Ahmet KELEŞOĞLU

Ahmet KELEŞOĞLU

12 Eylül'e beş kala

1980 yılının ortalarıydı, küçük bir sahil kasabasında yaşıyorduk. Kasabamızda siyasi olayların, mitinglerin, boykotların çatışmaların yaşanmadığı gün neredeyse yoktu. Hemen her gün bir olayla karşı karşıya kalırdık.

Ben Ticaret Lisesinde okuyordum son sınıftaydım. Herkes gibi benimde okula gitmem can güvenliği bakımından sorun olmuştu. Annem, "bir müddet okula gitme kıyarlar sana oğlum" diyerek beni okula göndermek istememişti. Okula gitsem ne olur gitmesem ne olurdu ki? Her şey çok zorlaşmıştı. Ülke sorunlarını tartışıyor siyasi iktidarın ezici hukuk dışı eylemleri ve baskılarından kurtulmanın yollarını arıyorduk. Bundan sonra okul belki de yaşamın önemsiz bir ayrıntısıydı benim için. Kimsenin eğitim öğretimden gelecekteki meslekten bir beklentisi kalmamıştı.

Ülkemiz insanına IMF'nin acımasız ekonomik reçetelerinin dayatıldığı ağır yıllardı. Dünya Bankasının StandBy anlaşmaları devamlı güncelleniyor borçlar üst üste katlanıyordu. Bölgemizin milli ürünü fındık para etmiyor, millet yokluk içinde inim inim inliyordu. Ülke ekonomisi batmıştı. Ekonomide ağır bir Resesyon hali kendini gösteriyordu. Hazinenin borçları ise ülkenin Milli Emlak’ın satışından karşılanmak isteniyordu. Muhalefet neredeyse parlamentonun dışına itilmişti. Ortak hiç bir çalışmaya imza atılmıyor, hiçbir konuda konsensüs sağlanmıyordu. İktidarın söylemleri ile olaylar tırmanıyor, muhalefetin karşı söylemiyle de bir başka boyuta dönüşüyordu.

Herkes canının derdine düşmüştü. Okulumuzda eğitim devamlı aksıyor devamlılıkta her zaman bir sorun yaşanıyordu. Ama benim için durum farklıydı. Benim için okula gitmek kaleyi korumakla eş değerdi. Okul sığındığımız en güvenli yerdi. Kaleyi korumamız gerekiyordu. Çünkü bir amacımız vardı. Dersleri çokta takan yoktu. Okulda her ne kadar birkaç solcu hocamız olsa da bazı hoca ve idareciler ülkücüydü. Zaten ben şu ana kadar hiç bir idarecinin devrimci olduğunu görmedim. Aslında idarecilerimizin ülkücü değil de mevcut iktidarın yalakalığını yapan ispiyonu marifet sayan kişilerdi desek daha doğru olur. Şimdi ülkücülere ayıp etmiş olmayalım. Çünkü bizim dönemimizde ülkücülerin de bir duruşu vardı. Bizim nasıl ki bir ideolojimiz dünya görüşümüz varsa, onlarında dokuz ışık felsefesi ve buna dayalı ideolojileri dünya görüşleri vardı. Yani ülkücülerde kaleyi teslim etmek istemiyorduk. Tabi dışarıdan okulumuza devamlı müdahaleler ve tacizler oluyordu.

Ben her şeyi çok dikkatle takip ediyordum. Sürü içgüdüsü ile hiçbir zaman hareket etmedim. Bir ideolojiye sahip olmak maksadıyla yada mecburiyetten solcu olmuş değildim. Ülkenin siyasi yapısını tahlil edebiliyor, acımasızca zenginleşen bir burjuva sınıfının halkı siyasilerin desteğiyle ezdiğini görüyordum. Fındık tüccarlarının köylüyü nasıl sömürdüğünü gözlerimle gördüm. Her şeyden önce babamın bizlere ailemize bakabilmek, evini geçindirebilmek için verdiği zorlu mücadeleyi biliyordum. O günlerde de fakir insanımızdan, bugünde olduğu gibi sadece şükretmeleri isteniyordu. Azda olsa bazı arkadaşların hangi görüş olursa olsun, bilinçsizce sadece taraf olmak için bir görüşün savunuculuğunu yaptığını gördüm. Arkadaşlardan birinde Marx'ın, Das Kapital'i vardı. Ara ara elimize geçtiğinde okur önemli kısımları bir kenara not ederdik. Proletaryanın ne olduğunu, Enternasyonalin ve burjuva sınıfının ne anlama geldiğini neleri hedeflediğini öğreniyorduk. Sınıf mücadelesine vakıf olmuştuk. Bu mücadeleyi teorikte olsa okulda uygulamak istiyorduk. Çünkü bazı başka okullar bize göre daha derli topluydu. Daha düzenli hareket edebiliyorlardı.

Kasabamızda havalar daha ısınmamıştı. Mayıs ayı olmasına rağmen bizim oralarda yaz bir türlü gelmek bilmezdi. Haziran ayında soba yaktığımızı çok iyi hatırlıyorum. Zaten üç aylık bir yaz sezonunda fındık hasadıydı, tatildi derken hemen kış gelirdi. Önce fırtınalı rüzgarlı yağmurlar arkasından kara kış.

Hiç unutmam bir gün ölümün eşiğinden dönmüştüm. Yine bir sabah okula gittiğim günlerden biriydi. Okula gittiğim günlerden biriydi diyorum çünkü her gün okula gitmiyordum. Hele ki okulun kapanmasına iki üç ay kala okula hiç gitmemiştik. Okulumuz kapalıydı. Derslerin bir kısmını öğretmenler kurul kararıyla geçmiştik. Geçsek ne olacak geçmesek ne olacak demiştim ya. Hocalar içinde zaten farkeden bir şey yoktu. Onlarda bizim bu okulu bitirdiğimizde bir şey olamayacağımızı biliyordu. Üniversite zaten hayal sayılırdı.

Neyse konuyu dağıtmayalım. Okula gittiğim günlerden biriydi demiştik. Evden çıkmıştım. Komşumuz sırma bıyıkların evinin önünden geçtikten sonra tepe yokuşundan aşağıya doğru her şeyden habersiz sallana sallana gidiyordum. Aslında ara sokaktan insem taslıların binasında kalan Zekayi hocayla birlikte okula gidebilirdim. O gün nedense tek başına gitmeyi tercih etmiştim. Kavakdibi’ne az kalmıştı. Tarihi kadınlar hamamının bulunduğu sokağı geçtikten sonra Saray camiinin oralara kadar gelmiştim. Artık Kavakdibi’nin ortalarına kadar yaklaşmıştım ki garip bir şey oldu. Tam karşıdan on, on beş kişilik bir grubun benim bulunduğum yöne doğru yürüdüğünü gördüm. Şaşırmıştım. Çaktırmadan sağa sola bakındım durakladım. Deniz tarafındaki Ziraat Bankası’nın bulunduğu tarafa yönelmek istedim. Aman Tanrım birde ne göreyim. Ziraat Bankasının arkasında iki kişi diz çökmüş silahlarını da tam meydanın ortasına doğrultmuşlardı. Olduğum yerde durdum o an bir saniye bir saat gibi gelmişti. Arkamdan da çarşıya doğru yürüyenlerin olduğunu fark ettim. Ayak seslerinin artması beni korkutmuştu. Arkama dönüp bakamıyordum. Bir karar vermem gerekiyordu. Ne yapacaktım. Sağ tarafta biraz geride Kılıç oteli istikametinde bir boşluk vardı. Oraya doğru mu gitmeliydim? Yoksa sol tarafımdaki parkın bitişiğinde bulunan belediye binasına mı? Bir an tereddüt ettim. Sağ tarafıma dönüp bir kaç adım attım. Kafamı kaldırıp baktığımda Adliye ile Caminin arasından ondan fazla kişinin grup halinde Kavakdibi’ne doğru yürüdüğünü gördüm. Kısaca yakalanmış gibiyim. Tam ortada kalmıştım. Kalp atışlarım hızlanmıştı. Paniklemiştim. Sakin olmam gerekiyordu. Bir çatışma olacağı kesindi. Süre iyice azalmıştı. Ortada kalmıştım. Koşarak kaçmak istedim. Vazgeçtim. O anki panik hali her şeyi alt üst edebilirdi. Derin bir nefes almak istem. Nefesimde boğulacak gibi oldum. Sanki meydanda bir düello olacaktı. O an denizden gelen yosun kokusuna bulaşmış iyotlu hava beni kendisine çekmişti. Belediye binasına on-onbeş adım kalmıştı ki, son sürat koşturdum. Kendimi belediye binasının içine attım. İçeride bir o yana bir bu yana koştururken silahlar ardı ardına patlamaya başladı. Kulakları sağır edercesine ve aralıksız devam eden silah sesi uzun süre bitmek bilmedi. Sonra çığlık bağırtı ve gürültüyle karışık sesler kulakları sağır etmişti. Polis arabaları siren sesleri devam ederken ara ara silah sesleri de duyuluyordu. Uzun bir süre bulunduğum yerden çıkamamış donup kalmıştım. Aradan biraz daha zaman geçmişti ki, her yer jandarma ve polisle doldu. Artık dışarı çıkmıştım. Silahlar tamamen sustuğunda meydanda da kalabalık topluluk oluşmuştu. Öbek öbek çembere alınan çatışmanın olduğu yerler tam olarak Ziraat Bankasının önünde sonlanıyordu. Her yer kan içinde ölü ve yaralılarla doluydu. Benim dikkatimi ise her şeyden habersiz orta yaşlı bir kadının hareketsiz bedeninin yerde yatıyor olmasıydı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum