Mehmet EROĞLU
Sabri Amcanın askerlik öyküsü
Değerli okurlar Sayın Prof. Dr. Ali Demirsoy’un Kaleme aldığı Sabri Amcanın askerlik öyküsü tam bir dram. İnanın okuduktan sonra gözyaşlarımı tutamadım. Yazı biraz uzun ama mutlaka okumanızı dilerim.
Çocukluğumda en hoşumuza giden şey kışları yapılan köy odası toplantılarında yaşlıların askerlik anılarını dinlemeydi. Bunların daha sonra altın değerinde olacağını bilemediğimiz için onları sadece yaşanmış masallar olarak dinledik. Değerini anladığımız zaman da anlatanlar bu dünyada değillerdi. Ben 6-10 yaşlarımda olduğumda bu öyküleri anlatanlar en az 50 yaşlarındaydılar. Ne kadarının doğru ne kadarının abartı ne kadarının başka bir öyküden aşırma olduğunu hiçbir zaman anlayamadık. Köyde uzun süre askerlik yapmış çok sayıda insan vardı. Görmediğim, ana tarafımdan dedem (Emin efendi) 14 yıl askerlik yapmış; giderken hamile olan eşinden doğan dayım, bıyıkları terlemiş bir durumda ilk defa babasının askerlik dönüşünde elini öpme şansını yakalamış ve ilk defa babasını (çünkü askere giderken fotoğrafı da bulunmuyormuş) karşılama sırasında görmüş. Bizim anılarını dinlediklerimiz belli ki buzdağının sadece görünür kısmıydı; bir devrin acı öyküsünün bir damlası bile değildi. Belli ki çok sayıda komşumuz harbe gitmiş, gidiş o gidiş, hiçbir haber alınamamış; bir kısmının şehit düştüğüne ilişkin duyumlar olmuş. Bunların sadece adları geçer, Allah rahmet etsin denirdi ve çoğunlukla da ne babayiğit ya da ne yakışıklı bir çocuktu denerek anılara geçilirdi. Ölenlerin dili olmadığı için aslında neler yaşandığını hiç kimse tam olarak bilemeyecek. Gençliğini yaşamadan ölenlerin duygularını ve heba olan yaşamlarını algılayabilseydik, belli ki dünyanın durumu böyle olmazdı. Ne yazı ki düşünce dünyamız, gemisini karaya çıkaranların öyküsüyle örülü…
Kasabamızda Ocak diye bir köy var; köyün meydanına Atatürk heykeli ile birlikte bir köşe yapılmış; bu köşede “Milli Kurtuluş Savaşına bu köyden 75 kişi katıldı; ancak 2’si geri dönebildi” diye yazılı. Cumhuriyetin ne zorlukla kurulduğunu sadece bu köyden bile anlayabiliriz (anlama yeteneği varsa).
Ocak Köyü şehitlik köşesi
Biz tekrar köy odasına geri dönersek, tütünler tabakadan çıkarılır elle sigara olarak sarılır, eğer birisi yeni bir tütün almış ise tabaka elden ele dolaşırdı. Gençler kapıya yakın ve diz üstü, yaşlı ve öyküyü anlatacaklar sedirde başköşede otururdu. Anının en heyecanlı yerinde anlatan, “çocuklar çay nerede kaldı, hele bir sigara tüttürelim bir fırt çay çekelim de ondan sonra anlatmaya devam edelim” derdi. Biz çocuklar heyecan içinde bekleşirdik. Onlarca öykü dinledim. Ne yazık ki onların bir kısmını anımsayamıyorum; bir kısmını bölük pörçük anımsıyorum. Her biri 14-15 yıl yaşanmış bir roman ya da öykü olabilirdi.
En hoş anlatanlardan biri, nüktesi ve coşkusu ile bilinen Sabri (Başak) Amcamızdı. İlk cephesi Yemen’miş. Savaş (çatışma) sırasındaki anılarını çok iyi anımsayamıyorum. Aklımda kalanlar şu kadarlıktı: Kalın ve yırtık pırtık bir kabanı varmış; akşam soyunduğunda kabanın delik deşik olan kısımlarından bazı mermiler ve iç çamaşırından da vücudundan çıkan terin kurumuş tuzları yere dökülürmüş. Göğsüne bağladığı Kuran onu mermilerden hep korumuş…
Öykünün esas başlangıç noktası, yaptığı çatışma ve harplerle ilgili değil, komutanının “biz bu savaşı kaybettik, dönebilirseniz memleketinize dönün” sözüydü. Sabri amcaya göre binlerce asker, üzerlerinde yırtık pırtık askeri elbiseler, ayaklarında yırtık pırtık yamalı ayakkabılar ile çöllere düştüler. Çoğunun cebinde bir mecidiye yoktu, ortalıkta binilecek deve hariç araç yoktu, yol gösteren yoktu, dil yoktu, okuma yazma yoktu; en kötüsü Araplara hatta kendi mümindaşlarına ve vatandaşlarına bile güven yoktu. Bu kargaşalıkta en güvenilir kişiler olsa olsa kendi kasabasının hemşerileri olabilirdi. Böylece Sabri Amca iki hemşerisini bularak yola koyulmuş. Askere gelirken aileleri ne olur ne olmaz diye altın paralar vermişler. Güven olmadığı için bu paraların çoğunu yırtık pırtık kaputlarının en olmaz yerlerine dikmişler. Böylece yola koyulmuşlar. Geceleri yol alıyorlarmış. Çünkü sıcaklık Sabri Amcaya göre taşa yumurta kırıp yiyecek kadar sıcakmış. Ancak en büyük tehlike yağmacı Araplarmış; hiç acıma duyguları olmayan her türlü cinayeti işleyebilen bu güruh, gruplar halinde çöllerde dolaşıp geleni geçeni soyup, öldürüyormuş. Bu nedenle en güvenli yol, gündüzleri bulabilirlerse bir taşın kovuğuna kafalarını sokup saklanma-dinlenme, geceleri yol almaymış. Ancak akrep başta olmak üzere birçok sokucu, zehirli ve yırtıcı hayvan da günün sıcağından korunmak için bu kuytu yerlere sığınıyormuş. Kana kana su içme söz konusu değilmiş. Bu nedenle içtikleri sularda küçük solucanların, sülüklerin ve bin bir çeşit hayvanın boğazlarına kaçmasını önlemek için yanlarında (başörtülerinin içinde) hep bir bez ya da tülbent parçası taşıyorlarmış. Yol boyunca doğada karınlarını doyurmaları, komanda eğitiminde verilenlerden daha beter olduğu anlaşılıyor; taş ve toprağın dışında her şeyi yemişler.
Epeyi bir gün yol aldıktan sonra bir gün kumların arkasından bazı karartılar peyda olmuş. Yanlarında kamaları, sırtlarında tüfekleri olan, duruşlarından her birinin bir katil olduğu anlaşılan, deveye binmiş soyguncu Araplar yanlarına gelmişler. Sabri Amca her defasında o günleri yaşıyormuşçasına devam ederdi: Aşağı inen Bedeviler, bizim sağımıza solumuza vurarak yere yatırıp, ceplerimizi karıştırıp hemen kullanacağımız altınlarımızı alırken, yarım yırtık Arapçamız ile şef olduğunu düşündüğümüz birinin “elbiselerini de yırtın diye bağırdığını” duyduk. Eyvah paramızın hepsi gitti diye düşündük. Hâlbuki bu yerlerde altın candan bile daha değerli olmuştu. Tam üzerimize çullanırken uzakta bir tepenin üzerinden bir devenin üzerinde duran bir kişinin anladığımız kadarıyla “çabuk orayı terk edin” diye bağırdığını duyduk. Böylece altın dikili kaputlarımızı kurtardık. Herhalde rakip ya da düşman bir çete onlara yaklaşıyor olmalıydı…
Artık hiçbir şey güvenli değildi; üzerimizdeki elbiseler bile… Ancak bizi yolun sonuna götürecek tek araç üzerimizdeki altınlardı; ancak onlar da güvende değildi. Aklımıza dâhiyane bir fikir geldi: Altınları yutacaktık. İlk yutuşumuz acılı ve zor oldu. Ancak yutmadan daha zoru çıkarmaydı. Bize bir iş daha çıkmıştı: Altınları yutma, abdeste çıktığımızda elimizde değnek dışkımızı karıştırıp altınları yeniden bulmaydı. Böylece altınları güvenceye almıştık. Ancak tekrar onları yutma kolay olmuyordu. Her defasında onları yıkamak ve temizlemek zor oluyordu. Çünkü zaman zaman içecek su bile bulamıyorduk. Nereden bilebilirdim, bu yutma ve tekrar bulma işlemini daha 1,5 sene yapacağımı.
Ayakkabılarımız sıfırı tüketmişti. Rastladığımız cesetlerin kalın kaputlarından ayaklarımıza bağ yaparak kızgın kumlarda yürüyebiliyorduk. Yemen’de komutanlarımız kuma ya da toprağa oturmayı yasaklamıştı. Yani anlayacağınız yer bile bize yasaklanmıştı. Çünkü ishal (herhalde kolera) çok yaygındı ve topraktan insana geçiyordu. İlaç, hekim hak getire, kurtulmak için bol su içmek gerekiyordu; içilecek su altın kadar değerliydi. Birçok arkadaşımızı bu ishal yüzünden çöl kumlarına gömmüştük. Bu nedenle önümüze çıkan her hangi bir şeye el vurmaktan korkuyor, bir yere oturup dinlenmekten çekiniyorduk. Bit ve pire askerlik arkadaşımız olmuştu. Çok seyrek olarak (birkaç ayda bir) çamaşırımızı bir kazana koyup kaynatıyorsak bitlerden kurtulmuş olarak birkaç gün kaşınmadan yatabiliyorduk. Bazen bitler o kadar yoğunlaşıyordu ki iki tırnağımızla onları ezmekten yoruluyor, çamaşırlarımızın dikiş yerlerini düz bir taşa yatırıp, başka bir düz taşla bastırarak onları ezmeye çalışıyorduk. Pençe haline dönen tırnaklarımıza baktıkça, bir makasın ya da tırnak makasının ne büyük bir nimet olduğunu anladık. Yüzümüz güneş yanığından kabuk bağlamıştı. Çatlayan dudaklarımız nedeniyle halimize bile gülemez olmuştuk. Güneş batarken bir kenara çekilip içten içe ağlama hepimizin ortak yanı olmuştu.
Hayalimiz memleketimize ulaşıp buz gibi akan kaynaklardan su içmek, Fırat’a girip serinlemek; ailemizle bir sofraya oturup yemek yemekti. Rastladığımız Araplara memleketimizin akan sularını anlattığımızda, bize her halde çölde aklımızı yitirmiş insanlar olarak bakıyor ve “galiba siz cenneti anlatıyorsunuz” diyorlardı.
Hepimizin memleketten ayrılırken bin bir sorunu vardı: Evlenme derdi, çocuk derdi, geçim derdi, yaşlı ana babanın bakım derdi, bağların sulanması, kazılması, gübrelenmesi derdi ve benzer yüzlercesi. Eğer geride kardeşiniz ya da gücü kuvveti yerinde olmayan biri varsa, derdiniz var demekti; ananız, karınız, kız kardeşiniz bu yükü üstlenmek zorundaydı. Olan erkek kardeşlerimiz de bir türlü haber alamadığımız başka cephelerde bu memleket için vuruşuyordu.
Bir gün yol arkadaşlarımızdan birinin koluna bir soba borusu takarak geldiğini gördük. Yanaştı, sorduk. Yahu bu kızgın çölde bu boru neyin nesi? Arkadaşlar ayrılırken evimizde karım: Kış geliyor sobayı kur da git dedi; sobayı kurarken bir boru eksik kalmıştı; şurada harabeye dönmüş bir yerleşim yeri var, orada işe yarar bu soba borusunu buldum; memleketime, eşime götüreceğim. Bu çölün asker hediyesi bir soba borusuna kadar düşmüştü…
Günler, aylar geçti; yol bitmedi. Sonunda yolumuz Filistin’de bir vadiye (herhalde Şeria Vadisi) düştü. Açlıktan bitap düşmüştük. Bir ara et kokusu aldık, oraya yöneldik. Bir barakada bir saçta et kavurup askerlere satılıyordu. Biz de karnımızı doyurduk. Ancak karnımızı iyice doyurmuş olmalıyız ki, daha önce açlık ve susuzluktan birkaç günde hatta bir haftada dışkılarken, şimdi iyice bizi sıkıştırmıştı. Ancak bizim farklı bir derdimiz vardı. Biz bokumuzu iyice karıştırıyorduk. Bu nedenle uzak bir yere gitmemiz gerekiyordu. Epeyi açıldık, harabe gibi bir yere girdik. O ne? Orada üzerinde asker elbisesi olan, sağı solu bıçakla kesilmiş, kaba eti alınmış insanlar gördük. Önce şaşırdık; ancak daha sonra aklımıza dank etti. Biraz önce yediğimiz etler, arkadaşlarımızdı. Öğürerek tekrar çöle düştük.
Günlerce gittik, ne bulursak yedik; neredeyse dışkımızı yiyecek hale düştük. Bir yerlerde yiyecek ot bile bulamamıştık; yerlerde at dışkılarına rastladık; herhalde bizden önce bir atlı grup geçmiş olmalıydı. Allahtan bu atların içinde bazıları çok yaşlanmış ve diş yapıları bozulmuş olmalı ki, yedikleri arpayı pek öğütememişler ve sindirememişler. Dışkılarını karıştırıp bu sindirilemeyen arpaları seçmek bizim için lüks olmasa da iyi bir öğün olmuştu. Sonunda bizim gibi dönüş yolunda perişan bir takım asker gördük. Nereye dedik? Memlekete dediler. Niye böyle panik içinde kaçıyorsunuz diye sorduk. İngilizler iki kulağa (Osmanlı askeri kulağına) bir sterlin veriyorlarmış. Canımız tehlikede olduğu için kaçıyoruz. Biz bu haberi de duyunca iyice panikledik.
Bir konaklama yerinde bir deveciyle karşılaştık. Bize belirli bir para karşılığı bizi Kûfe’ye götürebileceğini söyledi. Aslında Şam ve Halep’e ulaşabilirsek kurtulma şansımız olacağını düşünüyorduk. Ancak bu yolda geriye dönen çok insan vardı. Bu nedenle hiç güvenli bir yol değildi. Biraz daha dolambaçlı; ancak güvenli olabileceğini düşündüğümüz Kûfe yolu daha akıllıca geldi. Deveciyle anlaştık, yola koyulduk. Ancak gücümüz tükenmişti. Çoğunluk geceleri yol alıyorduk. Ama bu seferki çöl aşağıdaki kumlu çöle benzemiyordu; daha çok kayalık bir çöldü. Geceleri içimizi ürküten korkunç sesler ve çatırtılar geliyordu. Bedevi bu sesleri çöl hayaletinin çıkardığını söylüyordu. Bir taraftan çölden gelen sesler bir taraftan sivri kayaların hayalet gibi uzayan gölgeleri tarifi mümkün olmayan korkulara neden oluyordu.[1] Gündüzleri sanki ateş yağıyor, geceleri dişlerimize mızıka çaldıracak kadar soğuk oluyordu.
Arkadaşlarımızdan biri bir ara geldiğimiz kumlu çölü geçerken artık dayanamadı; yolda; beni bırakın ben tükendim; anamın-babamın ellerinden benim yerime öpün; Güllü ile evlenecektim; ona çok sevdiğimi söyleyin ve eğer kardeşim cepheden dönebilirse onunla evlenmesini söyleyin dedi ve öldü. Onu çölün kumlarına gömdük; bir taş bulamadık ki mezarının başına koyalım. Gözden kaybolmadan çöl rüzgârının onun mezarını silip süpürdüğünü biliyorduk. Ben bu öykünün yazarı olarak onları kalbimize gömdüğümüzü, ismen olmasa bile, simgesel olarak onları hep sevgi ve hayırla anacağımızı söyleyebilirim. Cumhuriyet çocukları Cumhuriyeti kuranlara nankörlük yapamaz…
Aylarca orada burada dolaştık; bazen ileride tehlike olduğu söyleniyordu; gerisin geri geldiğimiz yere dönüyor, günlerce güvenli zamanı bekliyorduk. Bu arada midemize giren altın sayısı gittikçe azalıyordu. Zaten altın sıçmaya da alışmıştık…
Sonunda Kûfe’ye ulaştık. İlk olarak oradan geçen büyük bir nehrin kenarına yanaştık. İkimiz de nehrin kenarında bir taşa oturup hüngür hüngür ağlamaya başladık. Bu nehir Fırat’tı bizim doğduğumuz kasabanın altından geçiyordu. Bu su anamızı babamızı, kasabamızı görmüştü. Ne güzel günlerdi, bütün delikanlılar yazın Fırat’a iner, sırtımıza tolik (su kabağı) bağlar, yüzer; su kavgası yapardık; nehrin karşı kıyısına geçer doğal olarak yetişen üzüm ve incirleri yerdik. Zaman zamanı tor denen ağla ya da oltayla balık avlardık. Bazen bir taşın başına oturur, gırnata (klarnet) eşliğinde maniler okurduk; bazen arkadaşlarla kafa çekerdik. İlkbaharda coşan Fırat’ın kenarına gider herfene (piknik) yapardık; ağaçlara ip bağlar salıncak yapardık; çeşit çeşit yemekler yerdik. Burada bokumuzu yer duruma düştük. Allah’ım bu suyun bir kısmını niye Arap çöllerine akıtmadın? Hüngür hüngür suyun başında ağlarken, arkadaşım bana: “Hakkını helal et, tanıdıklara selamlarımı söyle, ben, benim kasabamdan geçen, anamı-babamı, sevgilimi gören bu suda ölmek istiyorum” diye kendini suya attı. Ancak gözlerimle izleyebildim; hiçbir çırpınma hareketi görmedim diyebilirim… Artık Arap çöllerinde yalnız kalmıştım.
Yatacak yer yoktu; çöl tehlikesi ortadan kalkmıştı; şehir eşkıyalarının korkusu başlamıştı. Bir cami avlusunda yaşlı bir adamla karşılaştım; görmüş geçirmiş biri gibi görünüyordu ve İstanbul’u da görmüştü. Beni evinde misafir etmeyi kabul etti. Ancak ortada o kadar asker kaçağı, eşkıya vardı ki, kimse kimseye güvenmiyordu. Bu nedenle adam beni bir odaya koydu; ancak kendilerini güvenceye almak için kapıyı kilitlemiş. Gece iyice sıkışmıştım. Kapıya yöneldim, kilitli. Ne yapayım diye düşündüm; çareyi uzun donumun içine yapıp pencereden dışarı atmada buldum. Uzun donumun içine dışkımı yaptım; ancak altınlar da oradaydı; ister istemez parmaklarımın arasında eze eze altınları buldum; tekrar öylece yuttum; donu bağladım kimse hemen görmesin, biraz uzağa atarım diye donu biraz sallayarak fırlattım. Ancak odanın pencereye tam ters tarafında bir büyük ayna varmış; ben pencereye atayım derken aynadaki görüntüye atmışım. Adamın odasının her tarafı bok oldu. Sabahtan kapıyı açınca, beni, yer misin yemez misin dedirtene kadar dövdüler.
Tekrar yollara düştüm. Hem yalnızdım; hem gücüm azalmıştı. Ancak memleket kokusunu alır gibi olmuştum. Dizlerime yeniden derman gelmişti. Artık yol oyunca bana yemek veren insanlar; bağına, bahçesine girip de hırsızlık yapabileceğim yerler vardı. Açlıktan ölme tehlikesi neredeyse kaybolmuştu. Sonunda kasabam Eğin’e yaklaşmıştım. Bir günlük yol kalmıştı. Yaklaşık 14 yıllık askerlik hizmetim, yaklaşık 2 yıllık memlekete dönüş hikâyem noktalanıyordu. Arnavut Hanına girdim; buraya birkaç defa gelmiştim; benim memleketimin, kasabamın kokusu burada vardı. Fırat da biraz ötede akıyordu; birkaç saat önce evimizin önünden gelen suları görüyordum. Dişimi sıkıp kasabama gidebilirdim. Ancak kendime bir çeki düzen vererek beni bekleyenlerin karşısına çıkmak istedim. Çünkü kesilmeyen tırnaklarım neredeyse geri dönmüştü; uzun ve dağınık saçlarım kirden korkunç bir hal almıştı. Her şeye karşın bizimkilerin beni böyle görmesini istemiyordum.
Diğer konuklarla birlikte çay içtik, birer sigara tüttürdük; bir şeyler yedik; çoğunun benimkine benzer öyküsü vardı. Uyuduk. Bir ara bir sesler duydum. Gaz feneri ışığında Jandarmalar hanı basmış, asker kaçaklarını arıyorlardı. Hepimizi kaldırdılar, teker teker kontrol ettiler; ne söyledikse kar etmedi; çünkü bir kısmımızın terhis kâğıdı yoktu. Benim de yoktu. Çünkü komutanımız; buradan kurtuluş yok; kazanmamız da söz konusu değil; Yemen’de kaçın, canınızı kurtarın demişti. Düpedüz asker kaçağıydık. Çok yalvardım (yalvardık). Ne olur ailem (ailelerimiz) bir günlük yolda, 14 senedir onları görmedim (görmedik); bizi alın götürün bir gün görelim tekrar sizinle nereye isterseniz gelelim. Nuh dediler Peygamber demediler. Bizi derdest edip tekrar cephelere gönderdiler. Böylece Çanakkale’yi de Kafkasları da tanıdım. İki yıl da böyle geçmişti. Gittiğimde karımın karnında olan oğlum, geldiğimde beni bıyıklarını burmuş olarak karşıladı. Karım, köyün muhtarına defalarca mektup yazdırmış ve bana göndermiş; altına maniler eklemiş; hiç biri bana ulaşmamıştı. Bu manileri okuyamadım; ancak geldikten sonra, geçim derdinden, işten güçten, yoksulluktan yüzünde çizgileri oluşmuş, dişleri dökülmüş, saçları ağarmış fedakâr eşimin kendi ağzından dinleyebildim; değişmeyen tek yeri bana sevgiyle bakan gözleriydi.
Bülbülün konacak dalı da yoktur
Çok cefa çekecek hali de yoktur
Bülbül Eğin’de bir can besler
Bir gün duyarsın o can da yoktur
Bir başka mektubunda:
Giderisin, gidersin yolun düz değil
Kanatlarım eğri, boynum düz değil
Sen, dertlerini bana dökmüş gidersin
Benim derdim seninkinden az değil
Bunca yıl karnımda taşıdığım altınlardan bir tekini özenle hep sakladım ve kızım Aliye’ye evlendiği gün onu çeyiz olarak taktım. O altın, bir ülkenin ibret verici ve acı öyküsünün simgesidir.
Bu ülkenin toprakları, özveri, acı ve manilerle yoğrulmuştur. Ona ihanet edenler er ya da geç lanetlenir diyerek sözünü bitirdi Sabri Amca.
Onun anlattıklarını köy odasında; ancak kendisi gibi gidip yıllarca askerlik yapanlar anlıyor olmalıydı; çünkü elle sarılmış kaçak tütünden yapılan sigarayı, o anlatırken bir çekişte yarıya indirenler ancak onlar oluyordu. Bugün yaşayıp da bu öyküleri dinleyen birkaç şanslı insandan biri benim. Görevim, geçmişteki yaşanan öyküleri gelecekte –anlayanlara- iletmekti.
Yıllarını bu ülkenin kurtarılmasında ve korunmasında geçirmiş bu insanlar, gazi maaşı almadılar, şeref madalyası almadılar, bir devlet aracına karşılıksız olarak binmediler, hiçbir bileti ve ücreti indirimli almadılar, herkes gibi sıraya girip herkes ne ödedi ise ödemeye devam ettiler. Bir gün yakınmadılar. Osmanlı egemenliğinde doğdular, yaşamlarının bir kısmını kurulmasına katkıları olan cumhuriyet döneminde geçirdiler. Cumhuriyetin ne demek olduğunu iyi anlamış olmalılar ki, Cumhuriyet Bayramlarında hiç kimsenin zorlaması olmadan en iyi elbiselerini giydiler, yıkandılar, tıraş oldular, saçlarını taradılar ellerinde Türk bayrakları kasabanın meydanına (çoğunluk Cumhuriyet Meydanları olarak bilir) toplandılar, arkasında Türk bayrakları ve Atatürk Posterleri bulunan kürsüdeki konuşmaları (devletin oradaki en yetkili temsilcisini, belediye başkanını, bir öğretmeni, birkaç gaziyi ve kendiliğinden kürsüye fırlayarak içinden geldiği gibi konuşan birkaç vatandaşı ve Cumhuriyetin selameti için dua etmek üzere çıkan bir imamı) avuçlarının içi patlarcasına alkışladılar. Kasaba bir bayram yerine, bir şenlik yerine dönerdi. Herkes yeniden doğmuş gibi mutlu olurdu. Bu halk Cumhuriyete böyle başladı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.