Ah bu büyükler

Küçüklüğümden beri yanından ayrılmadım.Ya da o beni yanından ayırmadı. Sinemaya, denize, futbol maçına, yatılı okula ilk kez amcam ile gittim. Yaklaşık 4 yaşlarındaydım, “Dokuz Dağın Efesi” Çakırcalı Efe filmine de götürdü, atların üzerime geldiğini zannederek korkmuştum. Amca-yeğen kaynaşmıştık.

Tam altı yıl önce bu haftalarda yitirdik onu. Rahatsızlığı belli oluyordu, motorunun üzerinden inmez olmuştu. Yengem “Tuvalete bile neredeyse motorla gidecek” dediğinde gülümsüyordu. Vefatından on gün kadar önce beni çağırdı, ben ölürsem diye başladı anlatmaya… Beni yıkarlarken yanımda duracaksın, mezara oğlumla beraber yatıracaksın, bir süre evimde gelenlerle ilgileneceksin dediğinde şaşırdım. İçine mi doğdu bilinmez ama çok geçmeden kalp krizinden kaybettik. Cenazesi yıkanırken, kalp krizinden ölenlerde görüldüğü söylenen gülümseyen bir yüzü vardı. Üç kuzen mezarına yatırdık, birkaç hafta başsağlığına gelenlerle ilgilendik.

Bazen söylenirdi; “Yörüğün,

Konup göçtüğü yer, bayır sırt,

Yediği içtiği, ayran, süt,

Konuştuğu desen, vırt zırt…

Mezar taşına oğlu, bu sözleri zarif bir şekilde yazdırdı.

Hala çay kıyısındaki kahvelere gittiğimde gözlerim amcamı arar, öldüğünü sonra hatırlarım, içim burkulur…

**

Küçük Halamın kocası da 10 yıl evvel bu haftada vefat etmişti.

İsmail Dayı derdik, celeplik yapardı. Alamut köyü sakinleri, sözünü senet belledik dedikleri eniştemize, “Çakal İsmail” lakabını taktı. Yaşadığı yörede herkes bu lakabı benimsedi, öyle anılır oldu. Bir gün satın aldığı ineğin ürkerek oğlunu sürüklediği esnada ağzından çıkan söz yıllarca unutulmadı.

“Şehit ol oğlum! Bırakma ineğin ipini…”

Mal canın yongası denilerek boşuna söylenmemişti…

Akşam erken yatar, sabah güneş doğmadan kalkar, kahveciden sonra kahveye ilk giren olurdu. Hayatında Güneş doğmadan uyanmadığı hiç olmamıştı.

“Benim üzerime güneş doğmadı daha” derdi

Herkese çay ısmarlar. Milletin işini gücünü sorar, öğüt verirdi.

“Ben konuştum mu kitap gibi konuşurum” derdi.

Biz aradığımızda ise;

“Oğlum buralar iyilik sağlık da milletimiz, senin benim işi takip etmekten konuşmaktan önündeki kendi işini göremiyor” diyerek anlamlı bir cümle kurardı.

63 yaşına geldiğinde…

15 Kasım günü öleceğim demeye başladı, öyle çok kimse toplamayın, dört kişi gömüp geliverin beni diye de öğütler veriyordu. Ölümü korkmadan mertçe karşılamış bir görüntü içindeydi. Mezar yerini belirledi. Yağmur yağmadı toprak kuru, zor kazılır diyerek kepçe ile mezar yerini kazdırmaya yeltendi halamın karşı çıkışı ile geri adım attı. Ben, İsmail dayı 15 Kasımda ölürse türbe yaptıralım diyordum. İş o hale geldi ki halamlar bir şeye niyetlenseler 15 Kasım geçsin demeye başladılar. Sonbaharda o yıl, 15 Kasıma birkaç gün kala, mahalleden Ali Özkan Hoca vefat etti. İsmail Dayı 15 Kasım sabahında mahalle kahvesine geldiğinde sırasını Ali Hocaya verdiğini söyledi.

63 yaş olmadı ama 66 yaşında traktörü üzerinde İsmail Dayı kalp krizinden öldü.

Cenazesinde değil dört kişi, Katılanlar cami avlusundan sokağa taştı.

Halam vefat eden kocasının tabutunu tutarak evinden metanetle uğurladı.

“Güle güle Hacım, bendeki hakların helal olsun” diyerek…

Mahalledeki Melek ablanın kahvesinin ortadaki beton direğinde İsmail Dayının çerçeveli fotoğrafı asılıdır. Melek abla kahve işletenlere sözünü söyler.

“Ben yaşadıkça bu resim bu duvardan inmeyecek”

Çakal İsmail, dertli, durgun birini görünce teselli eder,

“Boşuna kafanı yorma, bu dünyayı anlayan yok” derdi.

Bu sözünü oğlu mezar taşına yazdırır.

Ruhları şad olsun…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
6 Yorum