Efendi BARUTÇU

Efendi BARUTÇU

40. yılında 12 Eylül askeri darbesi-3

12 EYLÜL’ÜN YOK ETTİKLERİ

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 12 Eylül 1980 günü emir komuta zinciri içinde gerçekleştirdiği askeri müdahale, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde silahlı kuvvetlerin yönetime karşı üçüncü açık müdahalesidir. Bu müdahale ile Süleyman Demirel’in Başbakanı olduğu hükümet görevden alındı, Türkiye Büyük Millet Meclisi lağvedildi, 1970 sonrasında değiştirilen 1960 Anayasası tamamen rafa kaldırıldı ve Türkiye siyasetinin ve ekonomisinin baskı altında yeniden yapılandırıldığı bir dönem başladı. 12 Eylül 1980 ardından partiler lağvedildi, parti liderleri önce askeri üslerde gözetim altında tutuldu, ardından yargılandı. Bu durum, siyasi partilerin sürekliliği konusunda tarihsel sorunlar yaşayan Türkiye’de siyasi temsilin demokratikleşmesi önünde yeni bir engel oluşturdu, siyasi gelenekler tamamen alt-üst edildi. 12 Eylül 1980 darbesi, özellikle 1970lerin ikinci yarısından itibaren yaşanan siyasi ve ekonomik sorunların hiçbirine çözüm bulamayan siyasi iktidarlara karşı düzenlenmiş olması nedeniyle halk tarafından belli bir destek gördü. Hükümetlerin yönetememeleri, Meclisin etkin çalışamaması ve siyasi cinayetlerin yol açtığı kriz durumu, 12 Eylül öncesi dönemin son Başbakanı Süleyman Demirel’in “70 sente muhtacız‟ sözü ile özetlenen işsizlik, kıtlık ve işyeri anlaşmazlıkları ile yoğunlaşmasının ardından gelen 12 Eylül darbesine karşı bir direniş olmadığı gibi, büyük çoğunluk, darbe liderlerini, ülkenin yeni liderleri olarak kısa sürede benimsedi.

“12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra, politik yapı tamamen değiştirilmiştir. Halk siyasetten uzaklaştırılmış ve devlet kurumları büyük ölçüde askerlerin denetimine geçmiştir. Sonuçları açısından 1960 Darbesi ilerici, 1971 ve 1980 darbeleri ise gerici (karşı devrim) olarak nitelendirilmesine karşın, ülke yönetimindeki bütün sorunların siviller tarafından çözülmesi gerektiği ve askerlerin ülkeye karşı yapılabilecek dış tehditleri engelleme görevinde olduğu unutulmamalıdır. Askeri darbe sebebi ne olursa olsun demokrasiye indirilmiş bir keskin kılıç olarak düşünülmelidir. Askeri darbeler, mevcut sistemi zor kullanarak değiştirme yöntemi olduğuna göre bu yöntemin hiçbir zaman demokraside kabul edilemeyeceği unutulmamalıdır. Unutulmamalıdır ki gerçek bir demokraside en kötü çözüm bile darbeden daha iyidir.”

“En kötü demokrasi idaresini en iyi ihtilal idaresine tercih ederim.” diyen Alparslan Türkeş de bu gerçeği ifade etmektedir.”

12 Eylül ve benzeri olgular özünde Türkiye’yi küresel dünyaya entegre etme projeleridir. 12 Eylül solun ve sağın idealistlerini ezip yok ederken kullanılabilir olanlarını da öngörülen küresel sisteme payanda olacak şekilde yönlendirmiştir.12 Eylül’ün ekonomik zihniyeti dönüştürücü 24 Ocak istikrar kararlarının uygulanması için uygun zemini hazırladığı bugün toplumun bütün kesimlerince genel kabul görmektedir. Peki, 24 Ocak İstikrar Kararları Türkiye ekonomisinin problemlerini aşmak maksadıyla alınmış kararlar mıdır?

Türkiye’de uygulanan ‘istikrar kararları’ olayının kaynağında aslında Washington Consensus/Sözleşmesi’nin geçmişi yatıyor. Bretton Woods anlaşmasından sonraki uygulama kendi açılarından yeni krizlere yol açınca 1978’den itibaren Yedi Büyükler daha kapsamlı bir liberalleşme düşündüler. Bu kapsamlı liberalleşme 1989 yılında adını Washington Sözleşmesi olarak almıştır.

Bu anlaşma yaşanan ekonomik krizlerin liberal politikalarla aşılacağı esasına dayanmaktadır. 24 Ocak kararlarının ve daha sonraki düzenlemelerin uygulanmasıyla Türkiye sanayileşme ve üretim yapma iddiasından adeta vazgeçmiştir. Ayrıca Ağustos 1989 tarihli Türk parasının kıymetini koruma hakkında 32 sayılı karar ile içeride mali piyasayı, döviz piyasasını ve uluslararası sermaye hareketlerini Batı Avrupa’da bile örneği az bulunur derecede serbestleştirdi. Bu serbestleşme ise sıcak para girişlerinin olduğu dönemlerde Türkiye ekonomisinde suni refahlar yaşatırken sıcak paranın çıktığı dönemlerde ekonomik krizi beraberinde getirmiştir.

Darbeciler idealistlik, değer odaklılık ve şahsiyetlilik kavramlarını şahıslarlarla birlikte ezmişlerdir.

12 EYLÜL’ÜN KARANLIK YÜZÜ

12 Eylül sürecinde, toplam 650.000 kişi gözaltına alındı. 98.000 kişi örgüt üyesi suçlamasıyla yargılandı. 1983’e kadar bu davalarda 17 kişi için idam cezası verildi ve infaz edildi. Bunlardan 10’u sol, 7’si ülkücüydü. Konsey’in bu konuda özenle izlediği denge politikası aslında 12 Eylül müdahalesinin ideolojik yapısını ve olaylara bakış tarzını yansıtır. Bu dönemin Genelkurmay istihbarat raporlarında ve Millî Güvenlik Siyaset Belgesi’nde belirtilen tehlikeli cereyanlar arasında Ülkücülük de vardır. 

Mamak ve diğer askeri cezaevlerinde ortam savaş esirleri tarzında düzenlenmişti. Mamak Cezaevi’ne tıkılan ülkücü ve solcu tutuklular, çok feci şartlar altında yıllarca burada kaldılar. Büyük çoğunluğu erlerden oluşan görevliler, cezaevi Komutanı Albay Raci Tetik’den aldıkları özel talimatla tutuklulara nefes aldırmıyorlar ve en ama acımasız metotlarla ezmeye çalışıyorlardı. Birçoğu okuma yazma bilmeyen erlerin uyguladıkları en hafif ceza, sudan bahanelerle yağmur gibi coplamaktı.

Birçok tutuklu, keyfi gerekçelerle 2 metrekare zindanlara tıkılıp ıslak zeminde farelerle iç içe yaşamaya zorlandı. Tabii olarak sağlıklarını kaybedenler, ciğerlerinden hastalananlar, psikolojik dengeleri bozulanlar, ölenler oldu.

İnsanlık ve vicdanla bağdaşmayan bu muameleler, Raci Tetik’in psikopat ve sadist eğilimlerinden şahsi tercihinden ziyade ihtilal yönetiminin bilinçli ve yaygın uygulamasıydı. Böylelikle insandan ziyade “sürü muamelesi” yapılan tutuklular hem ruhi hem de fiziki bakımdan ezilmek, sindirilmek, beyinleri boşaltılmak isteniyordu. Başka bir ifadeyle, bilinçli bir “mankurtlaşma operasyonu” yürütülüyordu.

MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davasıyla ilgili ilk duruşma başlarken, fevkalade bir hadise yaşandı. 1 No’lu sanık konumundaki Alparslan TÜRKEŞ salona girerken bütün sanıklar bir anda ayağa kalktılar ve İstiklal Marşı’nı gür bir sesle okumaya başladılar. Hâkimler ve savcılar dâhil, herkes ayaktaydı. 507 sanığın, gözyaşı ve hıçkırıklar arasında yükselen sesleri, aylardır çektikleri çilelerin eziyetlerin kefareti olarak duruşma salonunu doldurdu. Gencecik insanların hüzün ve acı dolu yüreklerinden kopup gelen ve bütün insanlığa ve Türk Milleti’ne toplu bir çağrı anlamı taşıyan bu coşku dolu gösteri, bütün canlılara yaşama sevinci, diriliş muştusunu dağıtan bir ilkbahar yağmuru gibi serinleticiydi.

12-eylül-3.1.jpg

Kapatılan MHP’nin Genel Başkanı TÜRKEŞ, 14 Ekim 1981’de yapılan duruşmada suçlamalara karşı savunmasına şu cümlelerle başlıyordu: “Bu iddianame, baştan aşağı yalan ve iftiradan ibarettir. Benim bütün hayatım, demeçlerim, icraatım bu iddiaları baştan aşağı reddedişten ibarettir. Sayın hâkimler, Cumhuriyet tarihimizin en önemli davasına bakıyorsunuz. Siz bizi yargılıyorsunuz. Tarih ise, biz olduğu gibi sizi de iddia makamını işgal eden bu zevatı da yargılayacak ve hüküm verecektir.

“…Ruhi Kılıçkıran’dan Gün Sazak’a kadar şehit evlat ve kardeşlerimin ruhaniyetlerinin şu anda bizimle beraber olduklarını biliyorum. Onlar da beni dinliyorlar. Onların tekzib etmeyecekleri şekilde konuşmaya, yalnız hak bildiğimi söylemeye mecburum. Çünkü onlar, o üçbinaltıyüz can, bu hak bildiğimiz yolda “Vatan-millet-din ve devlet” uğrunda şehit oldular. Onlar hem şehitlerimiz, hem de şahitlerimizdir.

Yarın huzur-i ilahide de bana şahitlik edecek olanlar, onlardır… Onların huzurunda, onlar için konuşacağım!

..

Huzur-i ilahiye yüz akıyla çıkmaktan başka bir endişeye gönlümde yer yoktur. Hiçbir beşeri kudret önünde eğilmem. Kimsenin merhamet ve insafına şahsen ihtiyacım yoktur. Sözüm, tenkidim, talebim yalnız mülkün temeli olan adalet namınadır, yalnız milletim ve devletim içindir…”

Devam edeceğiz…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.