Ahmet KELEŞOĞLU
Komünist Mehmet
Yetmişli yıllara daha girmemiştik, mahallemiz küçük bir Karadeniz kasabasındadır. Çocukluk yıllarıydı. O yıllarda büyümüş de küçülmüş çocuklar gibiydik, hep boyumuzdan büyük işlere kalkışırdık. Caddeler dar sokaklar kısa gelirdi o çelimsiz bedenimize. Bir solukta Kavakdibi, beş dakikada Burunucu’na vardığımız olurdu. Mesafe ve zaman bizim bünyemizde anlamını yitirmiş gibiydi. Babamıza sefertası ile yemek götürür, gidilemeyecek kadar uzak yollara giderdik, dönüşte de bir yakının tembih edilmiş isteğini yerine getirirdik. Gece olmuş uzak olmuş önemli değildi. Kendimize olan güvenimiz yolların güvenliğiyle aynı sayılırdı. Kilomuz kadar ağırlığı sırtımıza yüklenir altından kalkılamayacak işlerin başına geçtiğimiz olurdu. Deli cesareti, kafatasına sığmayan beynimizi yarışın birinci sırasına oturtmuştu bir kere. O zamanlar teşekkür pek edilmezdi. Edilmişse de ben pek aldırış etmezdim. Duymazdım yani. Hiçbir şeyi teşekkür için yapmadım çünkü.
Ama başımın okşandığını çok iyi hatırlıyorum. Bu dokunuş nedense güç verirdi bedenime. Akşam olduğunda tüm yorgunluklar evimizin önündeki taşlıkta son bulurdu. Geniş merdivenli uzunca betondan yapılı bir yer, terasa benzer bir alan evimizin önü. Mahallenin çocukları hep orada toplanırdık.
Evimizin önünde sanki doğuştan büyük doğmuş heybetiyle duran yaşlı bir incir ağacı vardı. Her sabah incirler yarıla yarıla kızıl kahverengi patlar dallarından sarkar kendisini gösterirdi. O her yanı dal budak salmış ağacın önünden geçip te meyvesini koparmayan neredeyse yoktu. Sanki İncirler de insanlar gibi hiçbir şeyi saklamıyordu. Her şey açık ve netti. Yalan konuşmak ayıptı. Hele ki; birisi yalancı dese, yerin dibine girilirdi. Kırıcı davranmak da sık görülen bir şey değildi. İncir ağacı bize ait olan bahçenin içindeydi ama bizim sayılmazdı. Gelen geçenin dalından çekip koparması, komşuların küçük sepetlerle ağaca çıkıp incirleri toplaması, ağacın bizim olmadığının kanıtıdır aslında. Aynı ortaklık komşularımızın karadut ve beyaz dut ağacı içinde geçerliydi. O zamanın karadutları bugünkü gibi değildi. Dalından koparıp elinize aldığınızda kapkara, kan kırmızıya dönüşürdü her yanınız. Karadutları iyice mideye indirdikten sonra ellerimize güzelce bulaştırır ve yüzümüzü kıpkırmızıya boyardık. Uzun süre elimizden yüzümüzden kırmızılık çıkmazdı.
İncirdi, karaduttu derken ille de, mandalina, erik isterdi canımız. Ben daha çok mandalinayı severdim. Mandalina bizim kasabamızda çok az kişinin bahçesinde olurdu. Pazarda da pahalıydı nedense? Ama erik öyle değildi, her evin bahçesinde olurdu. Hele can eriğini yemek de almakta çocukluğumuzun en büyük eylemi sayılırdı. Mandalina farklıydı tabi, erik gibi, dut gibi değildi. Onun sahibi vardı. Hatta sahibinin, ağacın başında elinde sopayla nöbet tuttuğu olurdu. Tabi az olan her şey kıymetlidir. Mandalina nedense bende önüne geçilmez bir merak uyandırmıştı. Onu yerken gözlerim yerinden kayardı. Mandalinayı dalından koparmak dünyanın en büyük mutluluğudur benim için. Ben can eriğini de severim ama o kadar mutlu olmazdım. Mandalina öyle mi? O sapsarı dokulu olgun yüzü gözlerimi alır giderdi.
Karpuzu çuvalla eve getiren babam mandalina almazdı nedense! Korkardık babamdan. "Baba bu pazarda mandalina al" diyemezdik. O ne getirirse oydu.
Babam da annem de yedirmeyi seven insanlardı. Özellikle annem elinde ne varsa çevresindekilerle paylaşırdı. Köyden getirdiğimiz kışlık odunları bile dağıttığını bilirim annemin. Bizim mahalle değişikti sizin anlayacağınız. Zengin fakir ayrımı da hiç olmazdı.
Hele bir ortaokul öğrencisi vardı ki sormayın gitsin!
Her akşam okul dönüşü mutlaka bizde yemek yerdi bu çocuk. Kimse de, kimdir nedir diye sormazdı. Çocuk akşam okul dönüşü yemeğini yer giderdi. Bir gün; "bugün ne yemeği var" diye sorduğunu bile hatırlarım. Bir akşamüstü annem teyzemlere gitmişti. Giderken de bana sıkı sıkıya tembih etti. "Sahandaki köfteleri o çocuk gelince yesin ekmekte yanında" demişti. Okul dönüşü o köfteleri o çocuk yiyecekti. Bu hep böyle devam etti. Köfte varsa köfte..yoksa dolma, çorba..
Bir gün dayanamayıp sordum anneme;
"Bu çocuk bizim neyimiz oluyor Anne."
"O bizim köyden oğlum okuyor" demişti. "Adı ne peki bu çocuğun" dediğimde;
"Ona Komünist Mehmet derler oğlum" dedi.
Mehmet’i anlıyorum da Komünist neydi acaba? Meraklanmıştım tabi. Akşam babam eve gelince ona sorsam olur muydu? Babamla da çok fazla konuşmazdık. Zaten babam da sert adamın tekiydi. Sert dediysem, bakışları ve yüzündeki çizgileri sertti babamın. Görünüşü sertti yani. Sadece ben değil mahallenin çocukları da sert bulurdu babamı. Akşam olup eve doğru ağır adımlarla yürüdüğünde arkasından kediler köpekler gelirdi. Onları da yedirir doyururdu babam. Ama benim gözümle yine de sert sayılırdı. O yüzden birçok şeyi babamla değil de annemle paylaşırdım.
"Anne Komünist ne demek ki?" dedim. Manasını öğrenmek istiyordum. Annem biraz düşündü. "Oğlum Mehmet’in bir günahı yok aslında onun babası Komünistmiş" dedi. "Köyden apar topar Jandarmalar götürmüş babasını, hapisteymiş, epey yatar kolay çıkamaz diyorlar" diye de ekledi.
Çocuk suçsuz, köylü “komünistin oğlu” deyince üzerine yapışmış garibin. Annemin anlattıklarından bir şey anlamamıştım.
Bildiğim, o çocuğun köftelerine sahip çıkmaktı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.