Nebil ALPARSLAN
Peygamberler “devrimci” miydi?
Evde kal günlerinde Netflix’ten Damnation adlı bir dizi izledim. Malûm, Netflix internet üzerinden yayın yapan bir kanal ya da program. Yerli-yabancı film dâhil, belgeselden diziye her çeşit yapım mevcut.
Dizideki olaylar 1930’lu yılların Amerika’sında küçük bir kasabada yaşanıyor. Kasaba halkı tarım ve hayvancılıkla geçinmeye çalışmakta. Fakat gelir çok düşük. Sebebi mallarını istedikleri kişiye ve değeriyle satamıyor olmaları. Devlet destekli sermaye mafyası ve bankerler, ürünlerini kendilerinin takdir ettiği çok az bir bedelle satın almaktalar. Malını başka bir alıcıya gerçek değeriyle satmak isteyen olursa kaba kuvvetle engellenmekte. Direnenler acımasızca öldürülmekte. Kasabanın gazetesi tehdit, şantaj ve rüşvetle susturulmuş. Olayları ya görmezden geliyor, ya da mafyanın istediği şekilde yazıyor. Güvenlik ve yargı mensupları da mafya ile birlik olmuş. Kısacası kasaba halkı gücü elinde tutan egemenlerin zulmü altında yaşamaya çalışıyor.
Kilisenin genç rahibi klasik peder edasıyla davranmaz. Üreticilerle birlikte bankerler ve diğer egemenlere karşı çıkar. Vaazlarında köylü ve çiftçilerin sömürüldüğünü, bunun kabul edilemez bir zulüm olduğunu anlatır. Tanrının böyle bir düzen istemediğini, bu düzenin yıkılması gerektiğini seslendirir. Haklarını korumak için süt ve mısır üreticilerini örgütler. Kendi deyimiyle bir “Devrim” hareketi başlatır.
Rahibin hareket tarzı bana peygamberlerin misyonunu hatırlattı. Yürüttükleri mücadeleye “devrim”, Peygamberlere “Devrimci” denebilir miydi? Biliyorum bu düşüncem birçok kimse tarafından yadırganacaktır. Zira “devrim” ve “devrimci” tabirleri genel olarak belli bir düşünce taraftarlarınca kullanılmış, karşıt düşüncede olanlar bu kelimeleri kullanmaktan ısrarla kaçınmışlardır. Devrim yerine “inkılâp” ve “inkılâpçı” kelimelerini kullanmışlardır. Türk Dil Kurumu Sözlüğünde devrim kelimesinin anlamına baktım. Karşılık olarak 1) Belli bir alanda hızlı, köklü ve nitelikli değişiklik. 2) İnkılâp. 3) İhtilal. Devrimci olarak da bunları gerçekleştiren kişi denilmiş.
Kelimelere takılıp kalmak meselenin özünü ehemmiyetsiz kılar. Geçelim.
Konu kısa bir makalede izah edilemeyecek kadar ciddi ve kapsamlı. En doğrusu, başlıktaki soru için bazı peygamberlerin hayatlarından kısa kesitler vererek takdiri okuyucuya bırakmak.
Hz. Musa peygamber olarak görevlendirildiğinde bulunduğu coğrafyada (Mısır) özellikle İsrail Oğulları üzerinde acımasız bir zulüm hüküm sürmekteydi. En tepede Firavun olarak adlandırılan kral vardı. Firavun ismi, kralların ortak ve genel sıfatıydı. Emir ve kararları tartışılmadan uygulanırdı. Dokunulmazdı. Hiç kimseye hesap vermez, herkesten hesap sorardı. O aynı zamanda tanrısal bir ruh ve gücü temsil etmekteydi. Halkına “ben sizin en büyük tanrınız değil miyim” dediğinde aldığı cevap her zaman (mecburen) evet olurdu. Ülkeyi yöneten Konseyde Firavunun yanı başında çok etkili iki kişi daha vardı: Biri servet sahiplerini temsil eden Karun’du. Diğeri bürokrasiyi temsil eden Haman’dı. Firavun ’un tanrısal vasfı nedeniyle, Haman’ın şahsında şekillenen bürokratik yapı da dinsel bir özellik göstermekteydi. Sihirbazlar bürokrat olarak önemli bir mevkie sahipti. Ayrıca halk içindeki rejim bozguncularını Firavun hanedanına iletecek çok sayıda hafiye vardı.
Mısır İmparatorluğu’nun -insanlar dâhil- bütün mülkiyetine Firavun, Karun ve Haman triosu malikti. Baskı ve zulümden en çok etkilenen de İsrail Oğulları kavmiydi. Bu kavim tam bir kölelik statüsünde yaşamaktaydı. Erkek çocukları öldürülmekte, mal varlıklarına el konulmakta, itiraz edenler zindana atılmakta ya da infaz edilmekteydi.
Hz. Musa böyle bir ortamda Peygamber olarak görevlendirildi. Önce insanları tek bir Allah’a inanmaya çağırdı. Adalete davet etti. Ancak Firavun, bu daveti kabul ettiği takdirde iktidarının elden gideceğini çok iyi biliyordu. Derhal karşı çıktı. Hz. Musa’nın doktrininde Allah inancına davetten ayrı bir takım ilkeler daha vardı Bunlar adalet toplumunun temel ve evrensel ilkeleriydi: “Öldürmeyeceksin. Çalmayacaksın. Yalan söylemeyeceksin, yalancı şahitlik yapmayacaksın. Halkın malına, canına, ırzına göz dikmeyeceksin. Anaya babaya hürmet edeceksin. Zina etmeyeceksin.” gibi. (*) Özetle herkesten kul hakkına saygı göstermesi istenmekteydi.
Firavun, tanrı ve kral misyonunu kendi nefsinde birleştirmişti. Sistem, teokratik vasıflı bir sistemdi. Bırakınız ülkenin zenginliklerini, insanların beden mülkiyeti üzerinde dahi tasarrufu vardı. Bu doktrin onun işine gelmezdi. Bu nedenle yeni dinin ilkelerine ve Musa Nebi’ye karşı acımasız bir savaş açtı. Hz. Musa ile Firavun arasındaki mücadelenin ana diyalektiği kısaca buydu.
Son Nebi Hz. Muhammed’in vazifelendirildiği Arabistan yarımadasındaki durum da eski Mısır’dakinden farksızdır. Fiili başkent durumundaki Mekke, gücü ve serveti elde tutan zalim bir egemenler komisyonu tarafından zorbaca yönetilmektedir. Rejim insan haklarına değil, tam anlamıyla güce dayalıdır. İnsan hak ve hürriyetlerinin kırıntısına rastlamak mümkün değildir. Hak, güçlü olanındır. Talan, soygun, riba ve çapula dayalı ekonomik sistem caridir. Sermaye, güç ve iktidar sahibi bir avuç mütegallibenin elindedir. Talan, yağma ve soygun eylemlerine katılamayan kadının üretimde rolü, mirasta payı yoktur. Kısacası değeri yoktur. Katlamalı faiz kurumu (riba), yoksulu köleliğe indirgemiştir. Borcunu ödeyemeyen ailelerin kızlarına borç karşılığı el konulup sermaye olarak kullanılmaktadır. Kız çocukların kuma gömülmesinin bir nedeni de budur.
Mekke’nin uluları (!), güçsüzü, yoksulu, arkası olmayanı hunharca ezen bu sistemi bütün güçleriyle savunmaktaydılar. Üstelik sistemi kendilerince uydurdukları bir dinin (!) kurallarıyla da pekiştirmişlerdi. İnadına zalim bir “muhafazakârlık” cariydi. Hatta kendilerince sözde hac ibadeti dedikleri ayini dahi yerine getirmekteydiler. Bu düzene kim karşı çıksa meczup, büyücü, bozguncu ve düşman ilan edilmekteydi. Mekkelinin bu zalim oligarşiye karşı çıkma şansı yoktu.
İşte Hz. Muhammed, dini böyle bir ortamda tebliğe başlayacaktı. Ancak vazettiği ilkeler yani İslam, Mekke yönetimini elinde tutan egemenlerin işine gelmeyecekti. Çünkü bu ilkelerin radikal bir sosyal boyutu vardı. Kul hakkını öne almaktaydı. İnsan emeğinin sömürülmesine karşı çıkmaktaydı. Yalan, talan, soygun ve vurgun çarkını ifşa etmekteydi. Zayıfı, ezilenleri korumaktaydı. Kölelere özgürlük demekteydi. Kadını eşya derekesinden insan seviyesine çıkarmaktaydı. Bütün bunlar elbette ki egemenlerin işine gelmezdi. Mekke’nin uluları (!) kentin kurulu düzenini değiştirmemek kaydıyla Peygambere, şehrin yönetimini teslim etmeyi dahi teklif ettiler. Elbette kabul edilmedi. Çünkü peygamberlerin dâvası toplumu kimin yönettiği değil, toplumun nasıl yönetildiğiydi.
Bu dâva yoksullar, yalın ayaklılar, mahrumlar, açlar, muhtaçlar, köleler, borçlular, öksüzler, yetimler, çaresizler, dışlanmışlar, yolu kesilmişler, yalnız kalmışlar, özürlüler, hatta fuhuş mağdurlarının insanca bir hayata kavuşması davasıydı. Servetin adil olarak insanca bölüşülmesi davasıydı. Açların doyurulması davasıydı. Yetim ve yoksulun itilip kakılmamasıydı. Yoksulu itip kakanın namazı, “yazıklar olsun o namaz kılana” denilerek reddediliyordu (Maun suresi). İnsanların özgürleştirilmesi, kölelerin özgür bırakılmasıydı (Fekku Ragabe: Kölelere özgürlük). (Beled Suresi) Köleliğin sona ermesiydi. Kur’an’ın tabiriyle bu iş, yani köleleri özgürleştirmek çok zor bir işti. Çok zor bir yokuştu. Ama aynı zamanda çok yüce bir erdemdi. Çünkü kölelik temel insan haklarına aykırıydı.
İşte Hz. Muhammed böyle bir ortamda, kendisine inanan arkadaşlarıyla birlikte yürüttüğü çok çetin bir mücadele sonunda Medine’de örnek bir toplum inşa etti. Bu toplum, her inançtan insanın birlikte yaşadığı örnek bir erdemliler ve adalet toplumu olmuştur.
Öte yandan peygamberlere ilk biat eden kitlelerin sosyoekonomik vasıfları her devirde aynı özellikleri göstermiştir. Biat eden ilk grup genelde toplumun en çak ezilen kesimleri olmuştur. Bunlar yoksulluk ve sefalet içinde yaşamaya çalışan kişilerdir. Gücü ve serveti elinde tutan zalim aristokratların dışladığı, ötekileştirdiği gruptur. Köleleştirilen kölelerdir. Özetle adaletin, insan haklarının, özgürlüklerin sürgün edildiği topraklarda, bu değerleri arayan insanlardır. Çünkü ezilen, horlanan, çile çeken, zulüm gören bu insanların kurtuluşu; adalet, insan hakları, özgürlük gibi kavramların tekrar geri gelmesi, sürgünden dönmesiyle mümkündür. İşte peygamberler bir yandan inanç ve ibadet esaslarını, yani şeriatı tebliğ ederken, diğer yandan da adalet ve özgürlük mücadelesi vermişlerdir.
Ancak şu hususu önemle ifade etmekte yarar var. Peygamberlerin görevini yalnızca toplumun ekonomik yapısını düzeltmeye, yoksulluğu ortadan kaldırmaya, köleliği yok etmeye, açları doyuracak bir sistem oluşturmaya hedeflenmiş değildir. Ayrıca iman, amel ve ibadet boyutunda tavsiye ve tebliğ edilen daha pek çok ahkâm vardır. Asıl olan, vahiyle alınan mesajın topyekûn halde bütün insanlığa iletilmesidir. Bu mesaj insanın başta yaratıcı ile olmak üzere; insan, hayvan, bitki, canlı cansız her türlü varlıkla kuracağı ilişkide görev ve sorumluluklarını bildirmektedir. Tabiî ki haklarını da. Şerefli bir varlık olarak yaratılan insan, dış dünya ile şerefli bir iletişim kurmak zorundadır. Gücü, serveti, yönetimi elinde tutan şerefsiz kent/site yönetimi elbette bundan rahatsız olacaktır. Peygamberlerin mücadelesini belirleyen temel eksen işte bu diyalektik olmuştur.
Bu yazımızda, en teferruatlı hayat bilgileri bulunan iki nebinin hayatından, aklımızın erdiği ölçüde tespit edebildiklerimizden kısa bölümler halinde aktardık. Keskin ve kesin bir iddiamız da yok. Bu konunun en iyi bileni de değiliz. Ancak şunu biliyoruz; insanca yaşanabilir, şeffaf, demokrat, insan hak ve hürriyetlerine dayalı, kıstası adalet olan erdemliler toplumunun inşasında en büyük çaba peygamberlere aittir. Bu gerçek kimse tarafından göz ardı edilemez. Edilmemelidir. Din ve şeriat kuralları bir bütün olarak değerlendirildiğinde ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır.
Ne yazık ki bugün İslam dünyası ciddi bir kaos içindedir. Bunu sırf anti İslâm güçlerin emperyalist icraatlarına, islamofobi zihniyetine bağlamak, sahadan ve sorumluluktan kaçmak olur. Bu keşmekeş ortamın en önemli sebebi, İslâm toplumunun vahiy dininden uzaklaşmasıdır. Hz. Ali’nin deyimiyle bugün Müslüman postu ters giymiştir. Dinin aslı yerine ayinlerinin/ritüellerinin ön plâna çıkarılmasıdır. Namaz, oruç, hac benzeri ibadetler Allah’la kul arasındaki ilişkidir. Üçüncü şahsı ilgilendirmez. Toplumu ilgilendiren, insanın insanla, insanın toplumla, insanın eşya ile kuracağı ilişkidir. Bunun da ölçüsü/mihenk taşı adalettir. Kul hakkına riayettir. Birey, toplum ve yönetim olarak adaleti kıstas almadığımız sürece bu meskenetten kurtulma imkânımız yoktur.
Allah’a hamd, bütün Resullere selâm olsun.
(*) On emir olarak bilinen bu ilkeler, ilk peygamberden son peygambere kadar bütün dinlerin ortak ve evrensel ilkeleridir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.