Efendi BARUTÇU
MHP Genel Başkanı Sayın Dr. Devlet Bahçeli’ye açık mektup -22-
Sayın Genel Başkan;
Merhum Sadi Somuncuoğlu (1940-2022), milletvekilliği ve Devlet Bakanlığı yapmış, MHP’li ve ülkücü Türk Milliyetçisi, aydın bir insandı.
2000 yılında, 57. Hükümet döneminde, Cumhurbaşkanı adayı oldu. O’nun, Cumhurbaşkanlığı’na gidecek olan yolunu siz kestiniz, Cumhurbaşkanı olmasını engellediniz.
O’nun yolunu kestiniz, ama bir başkasının yolunu açtınız. Hayatın tabii bir kanunudur; tabiat boşluk kabul etmez.
MHP’li bir adayın yolunu keserek Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanı seçilmesini sağladınız.
Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin 2007’de tamamlanması üzerine, Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni Cumhurbaşkanı’nın seçilmesi gündeme gelmişti.
Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer, görevi süresince tasarruflu olsa da dünya malına ve akçeli işlere karşı çok namuslu bir tavır sergilese de 28 Şubatçıların sakil zihniyetleriyle hareket ettiği için 28 Şubat’ta başlayan başörtüsü yasağının yanı sıra Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Kemal Nehrozoğlu’nun gayretiyle gerek rektör atamalarında gerekse devlet idaresinin üst kademelerindeki atamalarda kendi zihin dünyalarının dışındaki insanlara karşı adeta ambargo uygulamışlardı.
Sadece bir örnek vermek istiyorum:
Kültür Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı’ndan emekli olan değerli arkadaşımız Ruhi Özbilgiç’in, TRT Genel Müdürlüğü’ne atama kararnamesi, sırf Türk milliyetçiliği fikrine sahip olduğu için Köşk’ten geri dönmüştü.
Bu arada YÖK Başkanı Kemal Gürüz, Erdoğan Teziç, dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu ve Anayasa Mahkemesi’nin o dönemde üyeleri, tam bir 28 Şubat kafasıyla millet iradesi ve zât-ı alinizin büyük destekleriyle iktidara gelen Ak Parti iktidarının icraatlarını sözde engellemeye çalışıp aynen 2002’de olduğu gibi Türk milletini ters köşeye yatırıyorlardı.
Hatırlarsanız, 2007 erken seçiminin gerekçesi Abdullah Gül’ün, Cumhurbaşkanlığı adaylığı ve onun oylamasında Anayasa Mahkemesi tarafından Meclis Genel Kurulu’nda 367 milletvekilinin hazır bulunması şartıydı.
Aynı günlerde Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın -daha sonra danışıklı dövüş olduğu anlaşılan- 27 Nisan 2007 tarihindeki “e-muhtırası”, halkın nezdindeki mağduriyeti daha da arttırmıştı.
Eğer daha sonra ortaya atılan iddialar doğruysa, Başbakan Tayyip Erdoğan ile Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt arasında yapılan bir “gizli görüşme” neticesinde mutabakat sağlanmış ve Millî Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün adaylığı üzerinde karar kılınmıştı.
(Bu gizli görüşmede neler konuşulduğunu emekli amiral Attila Kıyat Paşa, Türkiye kamuoyuna açıklasa da hakikati öğrenmiş olsak).
Sağlanan mutabakata rağmen Sayın Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı adaylığındaki ısrarı, işleri çıkmaza sokmuştu.
22 Temmuz 2007’de yapılan genel seçimlerde beklendiği gibi Ak Parti daha da güçlenerek çıkmıştı.
MHP ise, 71 milletvekiliyle Meclis’e girerek Türk siyasî hayatında yeniden yükselişe geçiyordu ve Cumhurbaşkanlığı seçiminde “kilit” konumundaydı.
Seçimlerden hemen sonra zat-ı alinizin, “MHP Cumhurbaşkanlığı seçiminde TBMM Genel Kurulu’na girecektir.” şeklindeki açıklamanız, bu konudaki gizli mutabakatı bilmediğiniz için askeri vesayetçilere geri adım attırmak bakımından çok yerinde bir hareketti.
Ama MHP, her ne kadar merhum Sabahattin Çakmakoğlu’nu Cumhurbaşkanı adayı gösterse de Meclise girme şartı olarak siyasal İslamcı Abdullah Gül’ü değil de Vecdi Gönül’ün adaylığında ısrar etseydi, tarihî olaylar farklı bir şekilde gelişebilirdi.
Abdullah Gül’ün 7 yıllık Cumhurbaşkanlığı döneminde; Dışişleri Bakanlığı, Emniyet ve devlet idaresinin birçok kademelerine paralel yapı mensuplarının atanmasının siyasî tarihe “Balyoz” ve “Ergenekon” davaları diye geçen Türk ordusuna kurulan tuzaklar gibi yaşanan bir çok olumsuzlukların da önüne geçilmiş olacaktı.
Sayın Abdullah Gül’ün dünya görüşünün siyasal İslamcı geleneğe göre oluştuğunu dünya-alem biliyordu.
İzninizle burada bir parantez açıp Sayın Abdullah Gül’ün İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi öğrencisiyken bir linç girişiminden canını nasıl kurtardığını, tarihe bir not düşmek açısından belirtmek istiyorum.
Abdullah Gül, 21.12.1970 tarihinde, Fakülte ek binası kantininde otururken, aynı Fakülte öğrencisi Sivaslı Edip Sakarya’nın başını çektiği bir grup aşırı solcu devrimcinin linç girişiminden ülkücü Feyzullah Budak’ın kendi hayatını tehlikeye atarak müdahale etmesiyle canını zor kurtarmıştı.
Sayın Genel Başkan;
Kendi öğrencilik yıllarınızdan da hatırlayacağınız gibi Türkiye’de 1970’lerden 80’lere kadar olaylar hep bu yönde gelişmiştir.
Üniversite ve yüksekokullarda Türk milletinin varlığına kasteden “aşırı solcu” ve “devrimci” militanlara karşı, Ülkücü Türk milliyetçileri canları, kanları pahasına mücadele etmiş bir ara “akıncılar” ismini de alan milli görüş çizgisindeki gençlik grupları, ülkücülerin himayesinde derslerine girebilmişlerdi.
Sayın Genel Başkan;
Lütfen aşağıdaki fotoğrafa dikkatle bakınız.
Tarih 29 Ekim 2004. İtalya’nın başkenti Roma. Avrupa Birliği’ne üye 29 ülkenin katılmasıyla AB Anayasası’nın, “üye” ve “aday” ülkeler tarafından imzalanma töreni.
O yıllarda zât-ı alinizin tabiriyle “Türkiye’nin teslimiyet anlaşması” imza töreni.
Bu törenin Cumhuriyet’in ilanının 81. yıl dönümüne denk getirilmesi sizce tesadüf müdür?
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, tarihte Türk düşmanlığıyla tanınan ve Lehistan Kralı 3. Jan Sobieski’yi ikna ederek “devlet-i aliyye” açısından çöküşün başlangıcı kabul edilen, 2. Viyana kuşatması sonucu yaşanan felaketin hazırlayıcısı ve daha sonra Müslüman Türk dünyasına karşı haçlıların kutsal ittifakını oluşturan Papa 11. Innocentius’ün heykeli önünde, sizin tabirinizle bu “teslimiyet anlaşması”nı imzalamışlardı. Büyük devletler sembollerle konuşur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Batılı devletler nezdinde bağımsızlığının garantisi sayılan Lozan Anlaşması, 24 Temmuz 1923’te imzalanırken Britanya Krallığı başdelegesi Lord Curzon’un, İsmet Paşa’ya hitaben:
“Bugün, bu anlaşmayı imzalıyoruz, bizim isteklerimize direniyorsunuz. Ama bir süre sonra ihtiyaçlarınız için bizim kapımızı çalacaksınız” mealindeki cümleleri hatırlanırsa, Papa’nın heykeli önündeki bu imza töreninin tesadüfi olmadığı anlaşılacakatır.
Aynı günlerde yaşanan bir başka talihsizlik ise her seçim döneminde karşısına düşük profilli adaylar çıkararak -Mansur Yavaş hariç- büyük destekler verdiğiniz Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığına gölge düşürecek bir teşebbüsle Ankara’yı AB bayraklarıyla donatmıştı.
Aynı yılın Kasım ayı başlarında Ankara / Tandoğan (Anadolu) meydanında, MHP, “Başkent Ankara” mitingi yapmıştı. Bu teslimiyet anlaşmasına karşı çok yerinde bir cevap olan mitinge rağmen, Türkiye Cumhuriyeti’ni o gün tel’in ettiğiniz bir zihniyete 2007 yılında teslim ettiniz.
Ne yazık ki hep böyle oluyor. Güçlü olup güce karşı mücadele etmek yerine, geri çekilip güce teslim olmayı tercih ediyorsunuz.
Burada, Türk milliyetçiliğinin yüz akı, büyük fikir adamı merhum Nevzat Kösoğlu’nun bir sözünü hatırlatmak istiyorum: “Geri çekilerek zafer kazanılmaz”.
Sayın Genel Başkan;
Aradan bunca zaman geçtikten sonra, Sayın Abdullah Gül’ün, Cumhurbaşkanlığı adaylığına yeşil ışık yakmanın Türkiye’nin geleceğini dinamitlemek olduğunu hiç düşündünüz mü?
2002’de Genel Seçimlere 1.5 yıl var iken, “erken seçim” deyip, AKP’yi iktidara taşıyarak MHP’yi baraja gömdüğünüz gibi TBMM’ye dönüşünüzün ilk gününde yaptığınız buydu.
Her zaman olduğu gibi partinin yetkili kurullarıyla istişare etmeden verdiğiniz bu kararı, hangi merkezlerin telkiniyle verdiğiniz merak konusudur.
Sayın Abdullah Gül, 7 yıllık Cumhurbaşkanlığı döneminde, AKP iktidarının bütün kararnamelerini tereddütsüz imzalamıştır. Bir yanlış anlamaya yer vermemek için tekrar belirtmek isterim ki, Meclis Genel Kurulu’na girmeniz çok yerinde bir karardı. Ama, Sayın Vecdi Gönül ismi üzerinde ısrar etmeyişiniz, devlet hayatında yaşadığımız birçok felakete yol açmıştır.
Ne yazık ki, Ergenekon ve Balyoz davaları, Türk Silahlı Kuvvetleri’nden ve Meclis’ten geçmeyen tezkerenin intikamını almak ve Türkiye’nin güneyinde, doğusunda bölücü örgüte karşı mücadele eden kahraman Türk subaylarını cezalandırmak, TSK’yı çökertmek projeleri hayata geçirilirken hep susmayı tercih ettiniz. Neden?
Yaklaşık bir yıl sonra söylediğiniz tek söz, “Hukuka güvenelim”den ibaretti. Bu CIA tertibi olduğu ayan beyan ortada olan kumpasa karşı bir başka demeciniz ise, “Adil yargılamayı etkilemeyelim… sonucu görelim.” idi.
Devam edeceğiz: “Balyoz” ve “Ergenekon”da tutuklananların hepsi masum muydu?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.