Efendi BARUTÇU
Kanlı Çığlık
-Soykırımın 26. Yıldönümünde -Sırebrenisa Şehitlerine Ağıt-
Amerikalı tarihçi Lewis Mumford “İnsanın Durumu” isimli kitabında: “Silahları olan insanlar ve bu silahları acımasızca kullanan kişiler –Kızılderilileri soyan Amerikalılar, Kongo’daki Belçikalılar, Güneybatı Afrika’daki Almanlar, Transvaal’daki Boerler/Hollandalılar ve İngilizler, Pekin’deki birleşik Batı güçleri– apaşikâr bir şekilde hayatta kalmak durumundaydılar. Onların zorbalıkları, onların hayatta kalmaya uygun olduklarına dair erdem mührünü yapıştırmıştı suratlarına. Rakiplerini yok etmek, kendilerini/durumlarını iyileştirmek için şarttı; ya da ‘silahşörler’ öyle düşünüyorlardı.” (L. Mumford, İnsanın Durumu, çev. Yusuf Kaplan, İstanbul: Açılım Kitap, 2017, s. 468.) diye yazarak Batı sömürgeciliğinin ikiyüzlü siyasetinin gerekçelerini alaycı bir üslupla ifade etmektedir.
Haçlı Dünyası’nın bu saldırganlıklarının felsefî temelini ise evrim teorisiyle Charles Darwin atmıştı. Darwin’in bu teorisine göre bir “ırklar hiyerarşisi” vardır, yani ırklar eşit değildir. Geri, yetersiz, beceriksiz halkların kaderi bir “nesil kuruması” ile son bulmak olacaktır. Dünyayı zekâ düzeyi yüksek olanlar yönetmelidir, zira bu dünya, siyah, esmer, sarı ve hatta kirli beyaz insan yığınları için bir “hayır kurumu” değildir. Uyum sağlayamayan, ayakta duramayan yok olmalıdır. Doğal seçilim her varlık için yararlıdır, güçlünün lehine zayıf halkaları ayıklayıp eler. Doğa Planı “en güçlü olanın ayakta kalması” kuralı üzere işler. Dolayısıyla, beden, zihin ve kabiliyet bakımından üstün olan bu evrimsel süreçte mükemmeliyete doğru yolculuğunu sürdürürken, zayıf ve âciz olan tarih sahnesini terk edecektir. (John Gray, Ateizmin Yedi Türü, çev. Nurettin Elhüseyni, İstanbul: Yapı Kredi Yay., 2020, s. 60-63.) Tabi burada tarif edilen üstün ırk Avrupalı Hristiyanlardır ve sömürülerini gerçekleştirmek için her türlü zorbalık, soygun, katliam onlar için meşrudur. Batı Medeniyetinin(!) temellerinde bu aşağı ırk olarak gördükleri milyarlarca insanın kanı, gözyaşı ve alınteri vardır.
Medenî(!) Dünya ya da Batı, Hun Türkleri’nin 5. yüzyılda Güneydoğu Avrupa’ya kadar gelişi ve ilerleyen yüzyıllarda bunu Anadolu’dan gelen Müslüman Türklerin izlemesi meselesi ile hiçbir zaman yüzleşemedi, belki de kabullenemedi. Bilhassa Osmanlı mazisi ile iyice kökleşen Türk-İslâm medeniyetinin bölgedeki tesirlerini hep bir kopuş olarak algıladı. Fakat bu maziyi de hiçbir zaman unutmadı. Yüzyıllar boyunca Türkleri zaman zaman kutsal kitaplarında anlatılan “deccal” tipi ile dahi özdeşleştirdi. Kötüledi, kurguladı ve dahi en başta Avrupalı olmamakla itham etti.
19. yüzyılın başında itibaren Devlet-i Aliyye’nin Rumeli’ndeki etkisinin giderek zayıflaması ile yüzyıllardır süren bu kabullenemeyiş hali, yine kendilerinin yönlendirmesi ile başlayan ulusçu/ayrılıkçı faaliyetlerde iyice hissedildi. Kurgu tarih ile yeniden yazılan her bir Balkan topluluğunun tarihi gelecek yıllarda Türk-İslâm mazisi ile asla kapanmayacak bir uçuruma sebebiyet verdi.
Balkan Faciası’ndan sonra Avrupa’nın çok istediği Osmanlı Türkleri’nden kurtuluş (!) gerçekleşti gerçekleşmesine ancak çok kısa bir süre sonra imzalanan Korfu Bildirgesi ile yeniden bir birlik tesis edildi: Sırp-Hırvat Sloven Krallığı.
Uluslararası İlişkiler disiplininde sıkça kullanan bir cümle vardır: Hiçbir hegamon güç yokluğu kadar zarar vermez. Bu manada Balkanlar da kurtulmak istedikleri o hâkim güç yani Türk hâkimiyeti sonrası dönemde hiçbir zaman istikrara kavuşamadı. Ki bugün halen aynı dili konuşan milletlerden müteşekkil bir Yugoslavya’nın dahi en fazla 60 yılın sonunda dağılması karşısında Osmanlı idaresinin aynı din ve dili paylaşmadığı bu denli kaotik bir coğrafyayı 500 sene idare etmesi, saikleri izah edilmeye çalışılan muazzam bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor. Bütün Dünya’yı ateşe sürükleyen yangının fitilini ateşleyen Hitler orduları bile bu bölgede birkaç yıldan fazla kalamamıştı. Eğer “istila” ile “fetih” kavramları arasındaki farkında anlarsanız bu durumun izahını kolaylıkla yapabilirsiniz.
Bütün bunların yanında Osmanlı sonrası dönemde bölgede kalan Müslüman Türk ahalinin büyük facialar yaşadığı da bir başka vakıadır. Vakıadır diyoruz zira bunun tüm şiddeti ile devam ettiğini görüyoruz. Bu asimilasyoncu ve ırkçı yaklaşım başta Batı Trakya ve Makedonya’da olmak üzere bölgedeki bütün ülkelerde halende devam etmektedir.
Yugoslavya’nın dağılma sürecinin en kritik safhası olan 1989 yılında Sırp insanlık suçlusu Slobodan Miloseviç’in devlet başkanı olarak I. Kosova Savaşı’nın gerçekleştiği Kosova/Polje’nin hemen yakınına inşa edilen Prens Lazar Anıtı’nın önünde binlerce Sırp’a yaptığı ünlü konuşması sırasında arkasında görülen iki tarih yukarıda ifade edilen tüm bu kindar ve intikamcı hafızanın en net özeti idi:
Medenî(!) Dünya, II. Cihan Harbi bittiğinde 1948 yılında, Birleşmiş Milletler Konseyi’nin aldığı kararla ilk kez “soykırımı” bir insanlık suç olarak tanımladı. Bu, kararın açıklandığı tarihten itibaren kararda belirtilen eylemin gerçekleşmesi durumunda fail olan ülkeyi insanlığa karşı suç işlemiş kabul eden çok önemli bir karardı. Ancak 1 Mart 1992’den 14 Aralık 1995’e kadar fiilen süren “Bosna Savaşı” sırasında yaşananlar hiçbir zaman insanlık vicdanını tatmin edecek bir seviyede bu şekilde “insanlık suçu” olarak tanımlanamadı. Bu sürecin ve insanlık tarihinin en acı ve kanlı noktası olan 11 Temmuz -22 Temmuz 1995 tarihleri arasında gerçekleşen “Srebrenitsa Katliamı” ise bahse konu 1948 Kararı sonrasında belgelenmiş “ilk soykırım” olarak tarihe geçti.
Bu uzun girişi vakanın ve yarattığı acının doğru anlaşılabilmesi, nasıl bir plan ve kin ile gerçekleştirildiğinin idrak edilebilmesi için gerekli görmekteyiz. Srebrenitsa’da gerçekleşen soykırım sonrasında bugün hala toplu mezarlar bulunmakta, buralardan çıkarılan şüheda kemiklerinden uzun süreli uğraşlar ile kimlikler tespit edilmeye çalışılmakta, tespit edilen kimlikler defnedilmekte. Verilen bilgilere göre de bu, daha uzunca bir süre devam edecek bir acı gibi görülmektedir.
Bosnalılar ve bu facianın kurbanları yaşadıkları ağır süreci uzunca bir süre anlatmamayı tercih etmişlerdi. Ancak zaman geçtikçe o günleri yaşayan birçok kişi hatta bizatihi Bosna Hükümeti yaşananlara dair ayrıntıları aktarmaya başladılar. İşte Şefika Begoviç Liçina’nın kaleme aldığı ve Saffet Atalay tarafında Türkçe’ye aktarılan, düzeltmeleri ve düzenlemesi de Prof. Hekim Mustafa Kahramanyol tarafından yapılan “Kanlı Çığlık” isimli kitapta da bugünleri en çıplak şekilde anlatan eserlerden biri olarak elimizde.
“Srebrenitsa Şehitlerine Ağıt” olarak da isimlendirilen eserde tam da bu isme işaret eden bir üslûp hâkim. Şahit olunan olayların aktarılması sırasında seçilen tahkiye üslûbunun zaman zaman içli bir intizar ve yakarışa dönüşmesi okuyana çok başka bir atmosfer sunuyor.
Eserde şuurlu bir seçim midir bilinmez ama anlatılan hikâyelerin bazılarının çiçek isimlerine atıflar yapması, kitabın kapağındaki çiçek resmini öne çıkarırken kitaba hâkim hüznü başka bir boyuta taşıyor.
Eserde anlatılan her hikâyenin gerçek mekân ve isimlere başvurması da belki bir gün yapılacak Bosna gezisinde okuyucuya çok fazla katkı sağlayacaktır. Özellikle de hemen her köyde, evde, mekânda yaşanan acılar bir edebi metin okumaktan öte uzaktan izlemek zorunda kaldığımız bu mezalimi anlamamız açısından çok faydalı, hatta belki bir belge niteliği taşımaktadır.
Eseri okuyacakların dikkat etmesi gereken başka bir husus da içerisindeki yazıların tamamen bir hikâye olarak anlatılmadığıdır. Çünkü bazı yazıların, Bosnalı bir mazlumun, bazen Avrupa’ya bazen de olayların faillerine hitaben yazdığı metinler olduğu görülecek ya da bir mektup belki.
Tüm bu anlatılanlardan sonra açıkça söylenebilir ki “Kanlı Çığlık” yaşananları bir kez daha yüreklerde hissettiren çok içten bir ağıt ve çığlık gerçekten. Umulur ki, bu ve buna benzer eserlerin sayısının artması, Avrupa’nın hemen yanı başında gerçekleşen bu soykırımın Ali İzzetbeyoğlu (Aliya İzzetbegovic)’nın da dediği gibi kin ile değilse de asla unutulmayacak bir tarihi vakıa olarak gelecek nesillere aktarılmasına fayda sağlasın.
Bu vesileyle eserin Türkçe’ye kazandırılmasını sağlayan Bosna Hersek Dostları Vakfı ile Sancak Dostları Vakfı’na ve Mustafa Kahramanyol ağabeyle beraber 31 Aralık 2019 günü kendilerini makamında ziyaret ettiğimiz esnada kitabın yayınlanmasına destek talebimize kayda değer bir destekle cevap veren Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı Sayın Serdar Çam Beyefendi’ye teşekkürlerimizi ifade etmeyi bir borç sayarız.
Bendeniz Kanlı Çığlık’ı okurken şair yazar Ali Akbaş ağabeyimin uzun yıllar önce yüksek vicdan sahibi bir sanatçı duyarlılığıyla kaleme aldığı “Bosna’da Çocuklar” şiirini ( https://www.neokur.com/kitap/171259/butun-siirleri ) hatırlayıverdim. Bu şiirin yazılışından neredeyse 30 yıl sonra Tarihçi ve hikâye yazarı Dr. Galip Çağ Bey’in “Gidiyoruz Çocuk” adlı hikâye kitabındaki “Sümeyye” başlıklı hikâyesi aynı yüksek vicdanın tekrarı gibiydi.
Son söz Aliya’dan;
“Savaşta büyük zulme uğradınız. Zalimleri affedip affetmemekte serbestsiniz. Ne yaparsanız yapın ama soykırımı unutmayın. Çünkü unutulan soykırım tekrarlanır.”
Şefika Begoviç Liçina, Kanlı Çığlık, çev. Saffet Atalay, Bosna Hersek Dostları Vakfı-Sancak Dostları Vakfı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.