Efendi BARUTÇU
Gün Sazak; Bir şehidin yolculuğu-18 (Adana katliamı)
Adana Katliamı
19 Eylül 1979 günü Samsun, Elâzığ, İstanbul ve Hatay’da sekiz ülkücü öldürülmüştü. Ancak bununla da bitmeyecekti. Akşam Adana’dan haber geliyordu:
Altı ülkücü öğretmen topluca katledilmişti!
Yapı Meslek Lisesinin lojmanlarında kalan öğretmenler, birlikte akşam haberlerini dinledikleri sırada baskın yapan solcu militanlar tarafından kurşuna dizilmişlerdi.
Ahmet Güleç, Davut Korkmaz, Müslüm Teke, Yılmaz Kızılay, Mustafa Karaca ve Özkan Doruk adlı öğretmenler, bu toplu katliamda şehit olmuşlardı.
Adana’da altı ay içinde katledilen ülkücülerin sayısı kırk dokuz olmuştu.
28 Eylül günü Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul, makam arabasında vurularak öldürülüyordu.
Sıkıyönetim komutanı Korgeneral Nevzat Bölügiray, komutanlara bilgi verirken, altı ülkücü öğretmenin öldürüldüğü toplu katliamın POL-DER’liler tarafından tertiplendiğini anlatıyordu.
14 Ekim Ara Seçimleri
14 Ekim seçimleri, AP’nin zaferiyle ve CHP’nin hüsranıyla sonuçlanmıştı: AP, yüzde 46,8 oyla 33 senatörlük kazanıyor; CHP ise yüzde 29,1 oyla 12 senatör çıkarabiliyordu. MSP yüzde 9,7 oyla 4 ve MHP yüzde 6,6 ile bir senatörlük alabiliyordu. Beş milletvekilliğinin tamamını AP kazanmıştı.
Bu sonuçlar seçim öncesinde istifalarla sarsılmış olan Ecevit Hükümeti’nin düşmesi demekti.
Seçimlerde hezimete uğrayan Ecevit, 16 Ekim’de istifa ediyor, Demirel’in kurduğu AP azınlık hükümeti 12 Kasım’da göreve başlıyor ve 25 Kasım’da güvenoyu alıyordu. Bağımsızlarla birlikte MHP ve MSP, bu hükümeti dışardan destekliyordu.
27 Aralık 1979 günü Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, kuvvet komutanları tarafından imzalanmış olan bir mektubu Cumhurbaşkanı Korutürk’e veriyordu. 2 Ocak 1980 günü kamuoyuna açıklanan mektubun yaptığı çağrışım, ordu tarafından hazırlanmakta olan bir müdahalenin habercisi olduğuydu.
Bir askeri darbe yaklaşıyordu.
Hükümetin çıkardığı 24 Ocak kararnamesi ile yüzde 49 oranında devalüasyon ve zamlar yapılıyor, Türkiye’nin ekonomisi keskin bir dönemece giriyordu.
Kancık Savaş
Türkiye’de yaşananların bilinen klasik savaşlara benzeyen bir tarafı yoktu. ‘’Anarşi, terör, sağ-sol çatışması’’ gibi kof kavramlarla ifade edilen bu kanlı çatışma, Türkiye’ye yapılan bir örtülü saldırının doğurduğu kanlı oyundu.
Hedef ülke Türkiye’de yaptığı tahribat bakımından bir gerçek savaştan daha ağır ve acı bedellere yol açmaktaydı.
Nükleer dehşet dengesinin şemsiyesi altında sürüp giden soğuk savaşın bedelini en ağır ödemekte olan ülkelerden biri Türkiye’ydi.
Sovyet Rus emperyalizminin yayılma, ‘’dost rejim’’ tesis etme aracı olan iç çatışmalar ve darbe metodu, Türkiye’de ciddi bir uygulama alanı bulmuştu. ‘’Dost ve müttefik’’ Batı ülkelerinin, Türkiye’nin içine sürüklendiği bu kargaşayı kendi çıkarlarına uygun bulduklarına hiç şüphe yoktu. Onlar, güçlü bir dost Türkiye istemiyorlardı. Hoşlarına giden Türkiye, borçlu, kalkınmasını gerçekleştiremeyen, sanayileşemeyen, kendilerine hep muhtaç, mecalsiz bir Türkiye idi. Bunun içinde ülkede yaşanan bu yangını tahrik ediyor, türlü metotlarla besliyorlardı. Batılı istihbarat örgütlerinin şu veya bu tarzda desteklediği, himaye ettiği, Avrupa’da barınmasını sağladığı sol örgütler vardı. Yunanistan ve Suriye gibi ülkeler açıkça bu örgütlere barınma, silah ve lojistik destek sağlıyordu. Yani Türkiye’de ‘’emperyalizme ve kapitalizme karşı’’ savaştığını iddia eden örgütlerin ne emperyalizme, ne kapitalizme verdiği herhangi bir zarar söz konusu değildi. Hepsi emperyalistlerin kucağındaydı, onların oyuncağı ve tetikçisiydi.
Saldırının stratejik hedefi Türkiye’ydi; taktik hedef yani ön hedef ise Milliyetçi Hareketti. İşte bu yüzden, birbiriyle boğuşan, kanlı bıçaklı olan bütün ‘’sol’’ örgütlerin ortak hedefi Milliyetçi Hareketti. Bu örgütler arasında doğmuş olan kıyasıya bir yarış psikolojisi sürekli besleniyordu. Hangi örgüt, Milliyetçi Hareket’e yönelik sarsıcı bir eylem gerçekleştirirse, sol cephede prestij kazanıyor, ağırlığı artıyordu.
Lütfen birkaç bölüm önce yazdığımız aşağıdaki satırları bir daha okuyunuz: ‘’12 Eylül’den sonra yakalanan ve başlıca katliam örgütlerinden biri olan Dev-Yol istihbarat sorumlusu, eski Hava Kuvvetleri Komutanı’nın oğlu Tayfun Mater, emniyetteki sorgusu sırasında, kanlı stratejilerini şöyle izah ediyordu: “Amacımız son aşamada çatışmaya girerek silahlı üstünlük sağlamaktı. Öncelikle MHP’lilerle, ülkücülerle çatışmaya girmeyi planladık. Fakat ne yaptıysak MHP’yi üstümüze çekmeyi başaramadık”.
Gün Sazak’ı şehit edenlerden Dev-Sol militanı Sadık Özcan’ın 2 nolu askeri mahkeme ifadesinde ise:
“Dev-Sol’un stratejisinde ilk aşama, MHP ve ülkücü kuruluşları etkisiz hale getirmektir. Genelde MHP’li güçler, bizim önümüzdeki devrimi gerçekleştirmek için büyük engel teşkil etmektedir.”
Ülkücüler ise bunların hepsine karşı mücadele veriyordu.
MHP yönetiminin çözemeyeceği düğüm buradaydı: Kavgayı bitirmek ellerinde değildi, meydandan çekilme şansı yoktu. Kim, nereye çekilebilirdi? Türkiye’nin içinde bulunduğu bu şartlar içinde hiç kimsenin mücadeleden sıyrılmaya, bir kenara çekilmeye niyeti de yoktu. 1973’ten bu yana Ermeni Terör Örgütü ASALA’nın Türk diplomatlarına, elçilik ve diğer yurt dışı kuruluşlara karşı yürüttüğü saldırılar giderek şiddetini arttırıyordu. Türkiye, dünyanın her tarafında saldırıya uğruyordu. Batılı ülkelerde, Ermeni terör örgütünün eylemleri sempati ile takip ediliyordu.
Türkiye’ye karşı yürütülen bu çok aktörlü, çok cepheli örtülü saldırıyı; basit ve alışılmış kalıplarla sağ-sol çatışması olarak açıklamak doğru değildi. Türkeş, MHP eğitimcilerinin aylık toplantısında yapılan durum değerlendirmesi sırasında, bunu şu sözlerle tarif ediyordu:‘’Kancık savaş’’
1980 yılında MHP’nin gerçekleştirmeye uğraşacağı ilk hedef ne olmalıydı? Yakın gelecek için düşünülmesi gereken, 1981 seçimlerinin erkene çekilmesi ve MHP’nin seçimlerde büyük bir başarı göstererek Meclis’te güçlü olarak yer almasıydı. Başbakan Demirel buna hazırdı, fakat Ecevit ve Erbakan bir erken seçime yanaşmıyordu.
Eğer siyasi parti liderleri arasında bir uzlaşma sağlanıp erken seçim yolu açılmazsa, Türkiye başka akıntılara sürüklenebilir, ordunun üst kademesinde sezilen niyetler gerçekleşebilir ve yeni bir askeri darbe olabilirdi. Bunun sonuçları kestirilemeyecek kadar meçhuldür, karanlıktır. Bunu, darbeyi düzenleyenlerin bile kestirmesi mümkün değildir.
Türkiye’de Maocu Komünist örgütlerin CIA tarafından desteklendiği iddiası sadece MHP’ye ait değildir. Moskova Yandaşı bütün sol örgütler ve partilerde bu kanaat yaygındı. Dahası, devletin ilgili organlarında böyle kesin bir tespit olduğu, MHP yönetimi tarafından biliniyordu. Görünüşte keskin Moskova düşmanlığı yapmaları yüzünden batının tabii müttefiki olarak görülüyor ve batılı ülkelerden büyük bir sempati ve destek görüyorlardı.
(Bir konuyu değerli okuyucuların dikkatine yeniden sunmak isterim. Daha önce de bir başka vesileyle yazmıştım. 1980 öncesi MHP’den bir grup dönemin en büyük sağ gazetelerinden birisi olan Tercüman gazetesinin sahibi Kemal Ilıcak’ı ziyarete giderler. Gazetenin yayın politikasından duyulan memnuniyetler, tebrik ve teşekkürlerden sonra: ‘’Kemal Bey bir hususu anlamakta zorluk çekiyoruz. Bu Maocuların Aydınlık gazetesi Tercüman matbaalarında basılıyor. Buna bir anlam veremiyoruz.’’ Kemal Ilıcak cevaben: ‘’Yahu ne yapayım? ABD Büyükelçisi rica etti ben de onu kıramadım.’’ Bu konuşmanın canlı şahitlerinden bazıları halen sağdır. O tarihte MHP İstanbul eğitimcileri Yılma Durak, Mehmet Şandır, Türkeş Bey’in gençlik müşaviri Ramiz Ongun.
Buyurun batı emperyalizmine karşı mücadele verdiğini söyleyen ve başta şehit Gün Sazak olmak üzere onlarca ülkücünün ve devlette önemli görevler üstlenmiş bir kısım şahsiyetlerin fotoğraflarını, ev ve iş yeri adreslerini hatta krokilerini Aydınlık gazetesinde basarak terör örgütlerine hedef göstererek şehit edilmelerine sebep olan Maocuların gerçek yüzü.)
Devam edeceğiz…
Cumhurbaşkanı Seçemeyen Bir Meclis, Gün Sazak’ın Sisli Dünyadaki Dostları…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.