Efendi BARUTÇU
Gökkuşağı Vurgunları*
“Onlar, rengârenk kanatlı atlara binecek, kutlu bir çağa gireceklerdi. Delicesine ileri atılıp, şimşek hızıyla uçuyorlardı işte… Gökkuşağının altından geçecekler, dileklerini gerçekleştireceklerdi. Düz ovaları, ormanları, akarsuları, yalçın dağları aşacaklar; gökkuşağından görünmez kanatlarla uçacaklardı… Onlar, gökkuşağına âşıktı, gökkuşağına vurgundu. Bu uğurda verdikleri amansız mücadele sonunda; vurgun yediler… Gökkuşağı sevdalıları gökkuşağı mağdurları oldu. Ama bu sevda bitmeyecek, bu akın sürecek! Vurgun yedikçe, vurgunlukları artacak. Çünkü gökkuşağı onların davaları, gökkuşağı onların aşkları, gökkuşağı onların sevdaları…”
Yukarıdaki satırlar edebiyatçı yazar Ahmet Tüzün Bey’in geçtiğimiz günlerde ikinci baskısı yapılan “Gökkuşağı Vurgunları-Pusat” isimli romanının arka kapağından alınmıştır. Ahmet Tüzün’den romanın “Sırat” ve “Azat” alt başlığıyla ikinci ve üçüncü bölümlerini de ileriki zamanlarda okuyacağımızın müjdesini aldık.
Gökkuşağı Vurgunları 1970 ve 1980 arasında Türkiye’nin hemen her köşesinde verilmiş bir kutlu mücadelenin özeti gibi.
Bursa’nın bir kasabasında (Mustafakemalpaşa) başlayıp, sonra Bursa’da, 12 Eylül sonrası kaçaklık günlerinde, uzun cezaevi hayatı, sürgünler, hücreler, dayak ve işkenceler, şehadete yürüyen arkadaşlar…
Kendinde bütün bir dünya ile döğüşecek güç ile bilenerek çıktığı cezaevinden tahliye olduktan sonra tanımakta güçlük çektiği bir cemiyet, hayal kırıklıkları ve hüzünlere dönüşen bir ömrün hikâyesi. Bu sadece Ahmet Tüzün’ün hikâyesi değil Anadolu’nun dört bir yanında binlerce, onbinlerce ülkücü gencin yaşadıklarıdır.
Kitabı geçtiğimiz günlerde yeniden okuyunca Bursa’da 1971 yılından itibaren yaşadıklarım bir film şeridi gibi gözümün önünden geçip gitti. Beni alıp o yıllara götürdü.
12 Mart 1971 muhtırasından önce Bursa’da Eğitim Enstitüsü Ülkü Ocağı vardı. Mustafakemalpaşa’da ise Genç Ülkücüler Teşkilatı, İstanbul Hukuk Fakültesi öğrencisi Mahir Özuzun başkanlığında kurulmuştu. Bu işe öncülük eden ise o tarihlerde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde asistan olan merhum Prof. Dr. Namık Ayvalıoğlu idi. 12 Mart 1971’den sonra bütün dernekler gibi Genç Ülkücüler Teşkilatı ve Ülkü Ocakları da kapatıldı. Bursa’daki Eğitim Enstitüsü Ülkü Ocakları’nın adını Bursa Ülkü Ocağı olarak değiştirmiştik ve 1972’den itibaren sadece Bursa merkezde değil, Bursa’nın bütün ilçelerinde de ülkücü teşkilatları kurma çabasındaydık. Orhaneli ve Kestel’de Büyük Ülkü Derneği’ni, daha sonra Gemlik, Yenişehir, İznik, İnegöl, Karacabey ve Mustafakemalpaşa’da Ülkü Ocakları’nın şubelerini açtığımızı hatırlıyorum. Özellikle İznik ve Yenişehir ocaklarının açılışında Türk-İslam Ülküsü’nin büyük mütefekkiri Seyyid Ahmet Arvasi hocamız bize refakat etmişti ve oralarda nefis konferanslar vermişti.
Mustafakemalpaşa’da ise -o yıllarda lise öğrencisi olan- şimdi Konya’da yaşayan emekli öğretmen Ali Rıza Erdoğan’ın başkanlığında Ülkü Ocakları’nı yeniden kurmuştuk. Kamil Yılmaz, Ahmet Tüzün, Fikret Çıraoğlu, Bahri Eröz aynı ekipteydiler. Okul arkadaşlarım Ahmet Keçeciler, Mehmet Kalınbacak ve Hüseyin Dardağan diğer hatırlayabildiğim Mustafakemalpaşalı ülkücüler.
Türkiye’nin 1970’li yılları, çok büyük siyasî, idarî, fikrî çalkantıların yaşandığı buhranlı yıllardır.
Birinci olarak; “Yabancılaşmadan çağdaşlaşmak” düsturu ile “Milliyetçi Büyük Türkiye’yi” inşa davası güden Türk Milliyetçileri.
Diğer yanda, komünist Marksist-Leninist-Maoist ideolojiler olmak üzere muhtelif sol fraksiyonlar.
Öbür tarafta batının kapitalist kalkınma modelini benimseyerek batı kültür emperyalizminin ileri karakolu durumuna gelmiş birtakım kişi ve kuruluşlar.
Bir başka yanda ise etnik bölücülüğü kendilerine yol seçen ve son kırk yıldır on binlerce vatan evladını şehit ederek Türkiye’yi kan deryasına döndüren bölücü-ayrılıkçı-azınlık ırkçısı unsurlar.
Bir başka fikrî akım ise Türk milletinin bin yıldır anladığı ve yaşadığı Müslümanlıktan tamamen farklı “siyasi İslamcı”lar.
O yıllarda bir yandan ABD’nin başını çektiği kapitalist emperyalizmin, öbür yanda Sovyetler Birliği’nin başını çektiği komünist emperyalizmin kıskacı arasında yok edilmeye çalışılan bir ülkenin evlatları olarak Ülkücü Türk gençliği; üniversiteleri, sokakları, mahalleleri, fabrikaları, kurtarılmış bölgeler haline getirerek bir iç savaş çıkartıp kanlı darbelerine zemin hazırlamaya çalışan bu ihanet odaklarına, boyun eğmediler. Her türlü baskı ve tehdide rağmen kanları, canları, istikballeri pahasına direndiler, büyük bedeller ödediler ama devletin namusunu, milletin mukaddesatını çiğnetmediler. Yandılar, kavruldular, yaralandılar, şehid oldular, hayatlarının en güzel yıllarını mahpushanelerde birer çile yumağına dönüşerek geçirdiler.
Vurdular, vuruldular ama yılmadılar, yorulmadılar, bütün ihanet oyunlarını bozdular.
‘Ülkücülük’ adı altında bir alperen ahlakına sahip davranışları benimsemişlerdi. Ülkücülük; Müslümanlığı seçen ilk Türk toplulukları içinde yiğitlik ve bilgeliği şahsında birleştiren ‘alperen’, ‘gazi-derviş’ karakteriydi.
‘Ocak’ kelimesinin Türkçedeki bütün güzel tedaileri biraraya gelip onlara mekan olmuştu. Ocaklarını çerden-çöpten çattılar, ocaklarını tüttürdüler, ocaklarını uyandırdılar, darda kalınca ocaklarına sığındılar, ocakları söndürüldü, ocaklarına incir ağacı dikildi. Lâkin biraraya gelip de inşa ettikleri bir ocak rûhu vardı; o ruhun ocağında kimse incir tutturamadı, yüreklerde bir yerde yanan o heyecanı kimse söndüremedi.
“Hayatın binbir cilvesiyle dört bir yana savrulan o ülkücü nesil, yıllar boyunca başının çaresine bakmayı bilmiş, eski hükümlü kadrosundan, ameleliğe, müstahdemliğe, esnaflıktan bürokratlığa, öğretmenlikten sanatkârlığa, üniversite hocalığından Nobel armağanlarına kadar uzanan üstün başarılara imza atarak, her şubede alnının akı ve teriyle kimselere yaslanmadan, ikbâl ve iltimas beklemeden evine ekmek götürebilme saadetini yaşamıştır; onlar sadece Allah’a minnet eden bir nesildir.”
“Bir an bile düşünmeksizin ellerini değil yüreklerini ‘taş’ın altına koymuşlardı; çoğu o yükün altında ezildi, çoğu mecruh, çoğu mahpus kaldı ama hiç mahkum olmadılar.”
“Milletlerinin saadetlerini, devletlerinin yücelmesini, bayraklarının dünya durdukça hep böyle nazlı nazlı dalgalanmasını hayatlarının gayesi saydılar. Mukaddesatına yabancılaşmış, güzelliklerini unutmuş bir neslin çocukları idiler. Yolun doğrusunu gösterecek büyükleri öylesine azdı ki, içlerinden bazıları büyüklerine doğru yolu seçtirmenin ağır yükünü omuzlamaktan çekinmediler. O delikanlılardan her biri, ‘burçlara bayrak olacak kumaştan’ idiler.”
Devrin iktidarları ve özellikle 12 Eylül’ün cellatları; bütün öfke ve düşmanlıkla üzerlerine çullanıp, her türlü zulmü reva gördüler.
Kader, onların bir kısmını kırılan taze fidanlar gibi kara toprağa düşürdü, şehidler kervanına katıldılar. Bir kısmı en verimli çağlarında tutsak oldular. Bazıları da 12 Eyül’ün cellatlarından yakayı kurtarabilmek için, yabancı diyarlara göç etmek zorunda kaldılar ve uzun yıllar vatana hasret yaşadılar. Oralarda bile bütün endişeleri “Türkiye”ydi ve her vesileyle “vatan bizsiz olamaz” diye haykırıyorlardı.
Tutsakların veya dışarıdakilerin bir kısmı, hapishane kapılarında ihtiyarlayan ana-babalarının cenazelerinde bulunamadılar, gelinlik kardeşlerinin kırmızı kuşaklarını bağlayamadılar, düğünlerine katılamadılar. Çoğunun sevdaları yarım kaldı. Ancak duruşma salonlarında uzaktan bakışarak veya gül yaprağı kurularıyla süsledikleri birkaç cümlelik mektuplarla hasret giderebildiler. Dışarıdan sevgiler ve duygularla ilmik ilmik örülüp gönderilmiş hırkalar, soğuk hücrelerde sadece bedenlerini değil ruhlarını da ısıtıyordu.
İdam sehpalarına başları dik yürüyecek kadar yürekli, celladından helallik isteyecek kadar merhametliydiler.
Dışarıda onları bekleyenlerin bir kısmı beklemekten yoruldu, kendilerine yeni hayatlar kurdular. Bir kısmı da dışarıdaki bekleyenlere ‘beni beklemesin, buradan çıkışım yok’ diye haber göndererek bağırlarına taş basıp yollarını ayırdılar.
Bazıları ise, on sene, on beş sene sabırla beklediler ve sevdiklerine kavuştular. Bu insanlar, sanki Birinci Cihan Harbi seferberlik yıllarında, cepheden cepheye koşup, haritada yeri bulunamayan esir kamplarından, uzun yıllar sonra ‘Ana ben ölmedim!’ diye baba ocağına dönenler gibiydiler.
Zaman değişmiş, ölçüler değişmiş, değer hükümleri değişmiş, öz yurtlarında garip hallere düşmüşlerdi. Ama “ülkü denen nazlı gelin”e sevdalarında bir azalma olmamıştı. Tıpkı Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı gibiydiler.
Şimdi bazılarının ellerinde bastonlar, çoğunun saçlarına karlar yağmış durumda; Ev, ocak, yurt, yuva, evlat, torun sahibi olmuşlar ve o gençlik yıllarının ölçüsüz kardeşlik ve ülküdaşlık hukukunu hasretle anarak, o günleri her hatırlayışlarında derinden bir tahassürle “aaahh” demektedirler.
Bursa’da ülkücü-milliyetçi hareketin temel taşlarından olan ve genç denecek bir yaşta, 2000 yılında, ahiret yurduna yolcu ettiğimiz merhum Necati Dalgıç’ın şimdi solmaya yüz tutmuş fotoğrafının altında yazan;
“Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz! dedik coşkuyla,
Şimdi kahbe yüreklilere kaldık…
Duy beni! Duy beni eski zamanlardan kalan savaş yoldaşım,
Köle namlulu köle yürekler hedefindeyim,
Öldüğüne değil hayıflanmam, yosmalar çarşısında yaşlanmışlığıma yanarım…”
mısraları o kahırlı yılları birebir yaşamış bir yaralı yüreğin, bir başka “aaahh”ı değil mi?
Ey okuyucu! Şimdi çevrende “ocak” lafını duyduğunda iliklerine kadar titreyen; “Türkiye” deyince gözleri ışıldayan birini görürsen ona cân-ı gönülden sarıl. Çünkü o, bir “ocak”lıdır. Yegâne iftihar kaynağı “ocak”lı olmaktır.
“Gökkuşağı Vurgunları-Pusat”ı yazarak bizi o günlere götüren muhterem kardeşim, ülküdaşım Ahmet Tüzün Bey’i bütün kalbimle kutluyorum. Ve ey ülkücüler, özellikle gençler, Türkiye’nin ve ülkücü hareketin bu günlere nasıl geldiğini bilmek, öğrenmek istiyorsanız bu kitabı okumalısınız.
*Ahmet Tüzün Bir 12 Eylül romanı Gökkuşağı Vurgunları-Pusat 2.baskı İstanbul Mayıs 2018 Post Yayınları
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.