Ahmet KELEŞOĞLU
Bir serginin ardından
Merhaba!
Sergi çalışmalarım yüzünden sizlerden uzak kaldım.
Bu yüzden özür dilerim.
Birkaç yıl öncesinden sergi işini kafaya takmıştım. Farklı bir alanda sergi açma isteğim beni huzursuz etmişti.
Ne yapabilirdim?
Sonunda "Sen bildiğin yolda yürü" diyerek yoluma devam ettim. Zaten kafamı nereye çevirsem taşlarla karşılaşıyordum. Anlaşılan beni yine çekip sürükleyen taşlar olacaktı. Bundan kaçamazdım.
Daha önce birçok sergi ve açılışta bulunmuştum. Benimkisi farklı olsun istedim.
Sonunda amacıma ulaştım.
Çok önceden başlayan taşların sırrını yakalama isteğim artık gerçeğe dönüşüyordu.
Çocuk yaşlarda başlayan durdurulamaz tutkum, dalgaların taşları sürüklemesi gibi beni de sürüklemişti.
Ardarda kıyıya vuran dalgalardan etkilendiğimi söylemeliyim. Belki de denizle, dalga ve içerisindeki canlılarıyla bu benim ilk sınavım olacaktı.
Çocukluk yıllarındaki amansız hareketlilik içimde önüne geçilmez heyecanlar yaratmıştı. Okul dönüşleri bile hava kararana kadar kayaların üstünde beklediğim olurdu. Dalıp giderdim Karadeniz’in derin sularına. Denizin gece mesaisine adeta arkadaşlık ediyordum.
Uzaktan gelen parıltılar dalgaların eşliğinde, suyun hareketiyle kıyıya yaklaşırdı. Ay ışığının denizin ortasındaki silueti, yakamozların orkestra şefi gibiydi. Yakamozlar ise Sürrealist ressamların tabloları gibi dans ediyorlardı.
Böyle zamanlarda denizin canlıları nereye giderdi ne yapardı acaba?
Yağmuru eksik olmayan bu coğrafyanın dağları da deniz gibiydi.
Bazen yer değiştirdiklerine şahit olurdum. O zamanda dağların denizi kükrer, her yer sel sularına teslim olurdu.
Daha acımasızdır dağların suları deniz gibi değildir, merhamet etmez. Kusar gibi atar içindekileri. Kızılca kıyametlerle sürükler evleri insanları. Sahile vuran dağların gümbürtüsü, sel sularının kulakları çınlatan gürültüsüne dönüşür. Denizin rengi çamura döner, dalgaların getirdiği odunlar sahile vururdu. Gündüz geceye döner her taraf karışırdı. Kıyıda uzanmış tekneler bile nasibini alırdı bu kıyametten. Çoğu yan yatıp ters yüz olurdu.
Açıkta batan tekneler ise kıyıya sürüklenir parça parça olurdu.
Böyle zamanlarda tutamam kendimi, oradan oraya deli gibi koşturur heyecan içinde kalırdım. Dalgaların gücüne karşılık varlığımı hissettirmek isterdim.
Oyun oynadığımızda olurdu.
Dalgaların hızla gelişi beni kendine çekerdi. Gelirken kaçar, giderken de peşinden koşardım. Ben onu yakalayamazdım ama o beni her zaman yakalardı.
Böyle zamanlarda aklıma sahilin o savunmasız çakıl taşları takılırdı.
Onların dalgaların etkisi ile sağa sola savrulması, o küçük bedenlerini nasılda acıtıyor, şekilleri kim bilir neye dönüşüyordu. Nasıl da farklılaşıyordu denizin düzeni.
Kısacası dalgalar taşları, taşlarda beni bu yola sürüklemişti.
Benim ücretsiz çalışan fabrika işçileri midi dalgalar. Üstelik yirmi dört saat tam vardiya çalışıyorlardı. Bana yetiştirdikleri hammaddeyi mamul maddeye dönüştürmezsem olmazdı. Doğrusu onların benden bir alacağı vardı. Borcumu ödemem gerekiyordu.
Serginin çıkış hikâyesi de bu şekli değişen ve farklı görüntülerle karşıma çıkan taşlar olmuştu aslında.
Çalışmalarım büyük deryanın içinde devam edip gitti.
Sahiller neredeyse mesken tuttuğum yaşam alanlarına döndü.
Taşların gücüne inanıp teslim olmuştum.
Bu serginin mimarı taşlar artık benim vazgeçilmezimdi.
Borcumu ödemiştim.
Siz borç ödemenin rahatlığı nedir bilir misiniz?
Elime geldiklerinde farklı çağrışımlar yapan ve beynimi karıştıran taşlar.
Şekilden şekile giren mucize taşlar.
Kimi yoluna giden biçare adama, kimi evinden kovulan anneye dönen taşlar.
Taş deyip geçmeyin!
Üzerine basıp yolumuz, içine girip evimiz barkımız olan bizi koruyan taşlar.
Sonunda başucumuza dikilen taşlar.
"Taşların dili" tasarım sergisi, lütfen takip ediniz.
-Değerli köşe dostum Nevzat Arslan'a sevgi ve muhabbetle..
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.