Ahmet KELEŞOĞLU
Aliye
Torosların öbür yakasında, Akseki dağlarının tam da ovaya bakan yüzünde dünyaya geldi Aliye.
Annesi onu eline aldığında, farklı bakıyordu dünyaya.
Sanki bu kocaman dünyayı, avuçlarına almak için acelesi vardı. Doğuşu ile büyüyüp okula başlaması, yeşerip çiçek açması, aynı anda olmuş gibiydi. Ninesi ve dedesi Cumhuriyet aşığıydı Aliye'nin.
Dedesi Aksekili hacı Abdurrahman Efendi Çine'ye yerleşmişti. Kardeşi Hacı Ahmet ile birlikte çalışmışlar hatırı sayılır birikim elde etmişlerdi.
Çok para kazanmışlardı ama hiç huzurlu değillerdi. Yunan işgali başlamıştı.
Baskınların ölümlerin yaşandığı Aydın'ın işgal altında olduğu yıllardı.
Hacı Abdurrahman Akseki'ye dönmeyi hiç düşünmemişti. Ne kadar malı mülkü varsa Kuvayi Milliye’nin iaşesi için harcayacaktı.
Tez vakitte haber salmıştı Ankara’ya. Bölgenin iaşesini karşılamak direnişe güç katmak istiyordu. Neyim varsa vatana feda olsun diyecekti. O da istiklalin evlatları arasında bu fedakârlığıyla yer alacaktı.
Yıllar sonra Çine Kuvayi Milliye parkında heykeli dikilecek ve bugünlerde saygı ile anılacaktı, Aksekili Hacı Abdurrahman.
Cumhuriyetin hafızası kuvvetli defteri kalındı, yapılan iyilikleri yardımları unutmazdı elbet.
Böyle bir ailede büyümüştü Aliye.
Elinden hep bir şeyler gelir, iyiliklere iyilik katmasını çok severdi. Kimselerin yolunu boş çevirmez, paylaşırdı elinde ocağında ne varsa.
Kalbinin aydınlığı, ruhunun derinliği, gecenin karanlığında bir yıldız gibi parlıyordu.
Yüreği bedenine sığmıyordu Aliye’nin.
Bıraksalar sabahın şafağında, alıcı kuşlara katılıp uçacaktı Çine çayına.
Büyüdü oda filizlendi, geldi artık yaşına.
Köyün öbür yakasındaki karayağız yörük çocuğu ile karşılaştı apansız. Karşılaşmaları yıldızın ay ile buluşup öpüşmesi gibiydi adeta.
Zaman hızlı akıyordu. Karayağız yiğit Koçak, fakir ama okuryazar olan aydın bir annenin tek çocuğuydu. Annesinin Cumhuriyetin ilk muallimlerinden olmasını çok istemişlerdi. Ama olmadı. O da tek çocuğunu okutacak fakir köy çocuklarını okutması için vatanın kara bağrına salacaktı. Babası ölümüne yemin ettirmişti Köy Enstitüsünü yiğit Kaçak'a. ‘’Oğlum ya okuyacaksın Aksu'da, ya da atacaksın kendini Manavgat'a.’’ demişti.
Okulunu bitirmişti yiğit Koçak.
Öğretmen olmuş, kendisi gibi fakir köylü çocuklarını okutmak için düşmüştü köy yollarına. Yirmi liraya yirmi yıl köylerde öğretmenlik yapacağına dair imza atmıştı. Utandırmayacaktı Tonguç’ları Hasan Ali'leri.
Yeryüzü başka aydınlanıyor, Anadolu'nun dağları uzaktan parlıyordu artık.
Gavil ettiği kızı aldı tacına yiğit genç öğretmen. Uzandılar Erzurum'un karlı yollarına.
Zamanın acelesi vardı sanki. Koşarcasına yetişecekti akıp giden yollara. Hangi akıl kimin bedeninde yoğurmuş, doğurup dünyaya getirmişti bu Cumhuriyet kadınını.
Hayrandı Atatürk'e, kimsenin olmadığı kadar.
Üç kızı vardı ocağında, sanki herkes onun evlatları gibiydi.
Sevgi ile aşk ile sevda ile bakardı, insana doğaya hayvana.
Ömrünü adadığı bu acınası dünyanın zulmüne, fakirliğine, adaletsizliğine boyun eğmedi Aliye.
Var etti hayatı yok etti acıyı.
Bitip tükendiği yerden kalkar, yeniden başlardı hayata.
Okuttu çocuklarını, büyüttü saldı vatanın dört bir yanına.
İşte böyle biriydi koca yürekli Aliye.
Yine bir pazar sabahı, gökyüzünün derinliklerinde kaydı en güzel yıldız.
Gidişi de gelişi gibi sarstı dünyayı.
Kendine getirdi arkada kalanları.
Umarsızca koca yüreğiyle çekti gitti Aliye.
Minnet etmedi dünyaya.
Şimdi yeniden doğacak bir ruhun bedeninde. Aydınlanacak dünyanın bir yanı artık, Aliye’yle.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.