Efendi BARUTÇU

Efendi BARUTÇU

28 Şubat 1997'de neler olmuştu?

28 Haziran 1997’de iş başına gelen Refah-Yol Hükümeti, memur ve emekli maaşlarına yüzde elli, asgarî ücrete de yüzde yetmiş gibi yüksek bir oranda zam yaparak uzun yıllardır yaşanmayan bir ilke imza atmıştı.

Daha önceleri devlet kurumları, paralarını sembolik bir faiz ile özel bankalara yatırıyor, özel bankalar da bu paraları devletin başka kurumlarına ve halka yüksek faizler ile satarak milletin sırtından büyük kazançlar elde ediyorlardı. Refah-Yol Hükümeti bu durumu engellemek amacıyla bir “havuz sistemi” oluşturdu. Buna göre devlet kurumları ellerindeki fazla paralarını, bir devlet bankasına yatırıyor, ihtiyacı olan bir başka devlet kurumları da, bu devlet bankasından kredi alarak ihtiyacını karşılıyordu. Bu “Havuz Sistemi”, milletin sırtından tatlı kazançlar elde etmeye alışmış olan özel banka sahipleri büyük patronları –ki hepsi televizyon ve gazete gibi yayın organlarına sahiptiler- çok rahatsız etmişti. Sahibi oldukları medya organları vasıtasıyla hemen “laiklik elden gidiyor, irtica hortladı” yaygaraları koparmaya başladılar.

Başbakan Necmettin Erbakan, dış politika da ilk gezisini, ABD’nin diş bilediği İran’a yaparak yirmi üç milyar dolarlık bir doğalgaz anlaşması imzalamıştı. Türkiye bu anlaşma ile tedarikçi ülke sayısını arttırıyor, doğalgaz konusunda sadece Rusya’ya bağımlı olmaktan kısmen de olsa kurtuluyordu.

İran’a uzun yıllar ambargo uygulayan -öte taraftan da paravan şirketler yolu ile her türlü silah ve mühimmatı satmaktan geri durmayan- ABD, Refah-Yol’un bu hamlesine çok bozulmuştu. Bu durumda İran’ın doğalgaz satışından haracını alamıyordu. (ABD’nin yukarıdaki tutumuna bir örnek vermek gerekirse; 1980’li yıllardaki başkanı Ronald Reagan döneminde ABD deniz piyadesi Yarbay Oliver North, İran’a yasadışı yollardan silah satışı yaparak İran kontra skandalına imza atmıştı. Daha sonra bu şahıs ABD’nin en güçlü silah lobisi “Ulusal Silah Birliği”nin başına getiriliyordu.)

ABD, Türkiye’nin İran ile yaptığı doğalgaz anlaşmasından duyduğu rahatsızlığı Türkiye’deki muhibleri vasıtası ile Hükümet aleyhtarı yayın ve propagandaların düğmesine basarak ortaya koyuyordu.

Bütün hayatları boyunca yüksek rütbelere ulaşabilmek için ABD’nin gözüne girmeyi amaç haline getiren bazı Darbeci Generaller de bu koroya katılmışlardı. Ama her nedense bu Generaller ülkede yaşanan ve daha sonradan tek tek ortaya çıkan yolsuzluklar karşısında tek kelime etmiyorlardı. Mesela, T.B.M.M.’nin 19. Başkanı Mustafa Kalemli (25 Ocak 1996-30 Eylül 1997)hakkında “Meclis’te Koltuk Skandalı” diye bilinen bir yolsuzluktan dolayı Ankara Cumhuriyet Savcılığınca görevini kötüye kullanmaktan bir tezkire düzenlenmiş, daha sonra hapis cezasına çarptırılmıştı.

Kalemli’nin tam bu soruşturmalar esnasında kendini savunmak için “Ama ben Atatürkçüyüm !” sözleri sanki Atatürkçü olmanın yolsuzluk yapmaya hak kazanılması gibi yanlış bir anlayışa yol açıyordu.

Aynı şekilde bir önce ki ve bir sonra ki Başbakan Mesut Yılmaz’da hakkındaki yolsuzluk iddialarıyla ilgili Yüce Divana gitmekten MHP’nin desteğiyle çıkartılan “Rahşan Affı” sayesinde kurtulacaktı.

Bu arada Darbeci Generaller’de boş durmuyor ileri de verecekleri muhtıralara gerekçeler hazırlatıyorlardı. Başında sarığı, sakallı, eli asalı, cübbeli, pejmürde kıyafetli şahıslar, Aczmendî isimli uyduruk bir tarikatın sözde lideri Müslüm Gündüz’ün öncülüğünde Ankara sokaklarında boy gösterip kafa sallıyorlardı. İstanbul’da ise Ali Kalkancı vb. aktörler kamuoyunun dikkatlerine sunuluyordu. Fadime Şahin isimli bir kadın 28 Şubat müdahalesinden iki ay önce İstanbul’da bir evde (Dikkat buyurun ! Bu ev Malatya’da Gazeteci Ahmet Emin Yalman’a suikast iddiasıyla hüküm giyen Hüseyin Üzmez’in evi. Kimin eli kimin cebinde belli değil.) Aczmendî Müslüm Gündüz ile uygunsuz bir şekilde basılıyor ve yarı çıplak fotoğrafları basına servis ediliyordu. Fadime Şahin daha sonra Ali Kalkancı’nın ve Müslüm Gündüz’ün kendisini iğfal ettiklerini söyleyecekti.

Yıllar sonra bütün bu kepazeliklerin bir algı operasyonu olduğu ve “iyi saatte olsunlar” tarafından düzenlendiği anlaşılacaktı. 2009’da Ergenekon Davası’nın bir gizli tanığı Fadime Şahin ile ilgili şu iddiaları ortaya atacaktı: “Fadime Şahin aslında pavyonda çalışan bir telekızdı. Oradan alınıp özel bir görev ile Aczmendîler’in Reisi Müslüm Gündüz’ün metresi haline getirildi. O dava da yine gündemde olan Cinci Hoca Ali Kalkancı’da aslında bir alkolikti. Bütün bu ve benzeri olaylar Refah-Yol Hükümeti’ni düşürmek ve Askeri müdahaleye zemin hazırlamak için kamuoyu oluşturmak amacıyla tezgahlanıyordu.

Strateji Dergisi’nin Nişantaşı’ndaki merkezinde toplantılar düzenlenmiş ve akabinde Fadime Şahin, “Travestiler Kraliçesi” lakaplı Seyhan Soylu (Sisi) tarafından Kalkancı ile Gündüz’e gönderilmişti.”

(Meraklısına Not: Fadime Şahin artık İstanbul dışındaki bir ilde T.A.Y. ismiyle ve başörtüsü ile türbanını atmış yeni ismi ve kıyafetiyle yaşamaya devam ediyor.)

Böylesine hassas bir dönemde Başbakan Erbakan da bazı tarikat mensuplarını Çankaya’da ağırlamaktan, Refah Partili belediyeler vasıtası ile hiç gereksiz faaliyetlere göz yummaktan geri kalmıyor, tabir caiz ise yangına körük ile gidiyordu.

Ankara Sincan’da yapılan Kudüs gecesinde “Kahrolsun İsrail” sloganları yanında İran Büyükelçiliği mensupları salonda boy gösteriyordu. Bu ve benzeri görüntüler merkez medya denilen basın yayın organlarında “laiklik elden gidiyor”, “irtica hortladı” vb. yaygaralarına yol açıyordu.

Gazetelerin manşetlerinde üniversiteye başörtüsü ile giren öğrenciler, kız imam hatip okullarının başörtülü öğrencilerinin toplu fotoğrafları, bazı devlet kurumlarında çalışan kadın memurların başörtülü fotoğrafları yer alıyor, darbecilere çanak tutan malum basın yayın medya gruplarına servis ediliyordu.

Aynı şekilde Ankara Sincan’da güpegündüz “tatbikat” adı altında tanklar yürütülüyor ve bu durum kamuoyuna “demokrasiye balans ayarı vermek” şeklinde yansıtılıyordu.

Bu kaos ve kargaşa döneminde darbecilerin “Türkiye, İran olmayacaktır” çıkışına karşı siyaset cephesinden tek yürekli ses merhum Muhsin Yazıcıoğlu’ndan duyuluyordu: “Evet, Türkiye İran olmayacaktır ama Suriye de olmayacaktır. Namlusunu milletine çeviren tanka selam durmam.”

7 Ocak 1997’de Refah Yol hükümetine tepki olarak ve Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in telkinleriyle partilerinden istifa eden bir grup DYP’li milletvekili tarafından “Demokrat Türkiye Partisi” kuruluyordu. Partinin başına da Yassıada mahkemelerinin ünlü avukatı, demokrasi kahramanı(!), T.B.M.M. eski Başkanı, çok laik, çok demokrat(!) Hüsamettin Cindoruk getiriliyordu.

Diyanet İşleri Başkanlığı’na maaşı Türkiye Diyanet Vakfı tarafından ödenmek üzere bir emekli albay gözlemci olarak tayin ediliyor ve Cuma günleri Türkiye’deki bütün camilerde tek hutbe okutulması ve illerde merkezî vaaz sistemi o zaman başlatılıyordu.

Darbeci Generaller gemi azıya almışlardı. Erzurum Jandarma Bölge Komutanı Tümgeneral Osman Özbek, Başbakan’a Hacc’a gittiği için alenen küfrediyordu. (Darbeci Generallerin bu Hacc alerjisi yeni değildi. Nitekim 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nin Konsey Üyesi ve Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Nurettin Ersin darbeden sonra Harbiye’den sınıf arkadaşı MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş ile ilgili yakın çevresine “Türkeş bize ihanet etti, Hacca bile gitti.” demişti.) Bir başka General de Konya’da belediyenin öncülük ettiği toplantıda Belediye Başkanlarına ağır hakaretler yağdırıyordu.

Darbecilerin bu rencide edici tutumları karşısında Refah Partisi mensupları hiçbir tepki göstermiyor, o dönemde bir gazeteci bu tutumu “Reculiyet (Erkeklik/Cesaretlilik) eksikliği” olarak yorumluyordu.

Devam edeceğiz: “Askerî Muhtıra’nın Artçı Sarsıntıları !”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum