Yaşamın kıyısına atıldığının farkında değildi, bir şeyler olmuştu farklı bir şeyler, anlaşılması güç zor şeyler.
Huzurlu günler geride kalmıştı, insanlar da artık farklı davranıyordu. Yaşama ayak uydurması zor olacaktı, her şeyin daha iyi olacağını düşündü, ama olmadı, günler akıp gitmişti zaman dolmuş cezaevi günleri sona ermişti.
Yıllar öncesinden düşmüştü cezaevine, her defasında suçsuz olduğunu söylemişti ama dinletemedi. Daha yolun başındaydı, okuyacak yüksekokula gidecekti. Tek isteği hukukçu olmaktı, adaletin adil dağıtılmasını istemişti. Şikâyetçiydi. Okuyamadı, hayatı allak bullak olmuştu, tüm geleceği karardı.
Cezasının bittiğine özgürlüğe kavuştuğuna sevinememişti.
Zarife'nin suçu neydi?
1980 öncesiydi. Zarife arkadaşları ile okuldan çıktı, toplu halde derneğe gideceklerdi, akşama daha vardı, kavak dibine varmaya az kalmıştı ki, yan taraftan hızlıca bir minibüs geldi, ani bir manevrayla önlerini kesti, az kalsın herkesi ezecekti, bir başka minibüste yolun öbür tarafından aynı hızla girmişti, birkaç arkadaşı yolun sol tarafında kaldı, kapı açıldı altı yedi kişi indi arabadan, herkesi minibüse doldurmuşlardı, diğer arkadaşlarını aradı Zarife, karşıya baktı arkadaşları kaldırımda elleri havada yüzleri minibüse dönük bekliyorlardı, onları da aldılar.
Zarife'yi bir kat aşağıdaki bodruma indirmişlerdi. Birisi önden kapıyı açtı, diğeri arkadan ittirdi Zarife'yi. Islak zeminin üzerine düşmüştü, yere kapaklandı, kafası zemindeki betona çarpmıştı yüzü kanıyordu, elleri ile destek alıp doğrulmaya çalıştı, sendeledi ayağa kalktı. Demir parmaklıklardan içeriye sızan ışığı gördü gözleri kamaşmıştı. Ayak sesleri ve sokağın gürültüsü içeriden duyuluyordu. Yere oturdu, karşı köşede oturmuş bekleyen biri daha vardı, onunda yüzü hiç iyi görünmüyordu.
Bir saat kadar olmuştu, kapı açıldı içeri biri girdi; "Söyle bakalım buraya neden geldin?" dedi. Bir eliyle saçlarından çekiyor diğer eliyle çenesinin altından tutuyordu. "Neden geldin söyle, ne yapmak istiyorsun?" diyerek sorusunu tekrarladı.
Zarife; "Kimse aç kalmasın herkesin karnı doysun, barış ve sevgi içinde yaşayabiliriz, benim mücadelem bu" dedi. "Biz ne güne duruyoruz, barışı da sevgiyi de biz getiremez miyiz?" karşılığını almıştı. Sıra karşı köşede oturan a gelmişti.
"Sen neden geldin ne istiyorsun söyle bakalım?"
"Benim mücadelem ülkeyi komünistlerden kurtarmak, başka bir işim yok benim" dedi. Ona da, "Biz ne güne duruyoruz sen kim oluyorsun" dedi.
Ülke sağ sol çatışmaları ile bir çıkmazın içine girmişti, kahvehaneler taranıyor dernekler kurşunlanıyordu. İnsanlar meydanlardan toplanıp apar topar içeri atılıyordu. Sokaklarda yürümek neredeyse imkansızdı. Solcuları ülkedeki karışıklığın sorumlusu olarak gösteriyorlar, rejimi değiştirip komünizmi getireceklerini söylüyorlardı. Baskılar artmıştı, her yerden ardı ardına ölüm haberleri geliyordu. Çatışmalar aralıksız devam etti, sokaklardaki ölü ve yaralıların görüntüleri televizyon ekranlarından gösterilmeye başlandı. Olaylar kışkırtmaların artması ile Alevi Sünni ayrımcılığına dönüştü. Yüzyıllardır kardeş gibi yaşayan bu millet birbirine düşmüştü.
Bir sahil kasabasından çatışma haberleri gelmeye başladı. Artık küçük yerlerde de sağ sol çatışmaları oluyordu. Yerel yönetimin başında sevilen bir belediye başkanı vardı.
Fakirliğin kader olmadığını söylüyordu. Bölgesinde imece usulünü geliştirmişti. Çalışmaların şeffaf olmasını istiyor halkın denetimine değer veriyordu. Herkesi dinliyor insanların dertlerine çare bulmak istiyordu. Köylünün fındığı artık yok fiyatına satılsın istemiyordu.
Kasabadaki siyasi parti temsilcileri belediye başkanının çalışmalarını takdir ediyordu, uyum içerisinde çalışacaklarını söylemişlerdi.
İstanbul basını gözlerini bu şirin ilçeye çevirmişti. Gazeteciler mitingden birkaç gün önce gelerek araştırma yaptılar, bölgenin fotoğrafını çekip gerçeği kendi gözleri ile gördüler, çalışmaları olumlu bulmuşlardı, buna göre haber yapmak istediler. Fakat kasabanın adı kamuoyuna kötü duyurmuştu, başkanın sistemi değiştireceği dedikodularını yaymaya başlamışlardı.
Oysa çamurlu yollar imece usulü ile yapılmış, köylünün fındığı para etmişti, kasabada sosyal faaliyetler şenlik ve tiyatro gösterileri yapılmaya başlanmıştı, bu olumlu gelişme komşu ilçelerde de sevinçle karşılandı. Bölge halkı da bu gelişmeleri dikkatle takip ediyordu. Artık onlarında yolları yapılacaktı. Halk mutluydu, fakirlik ortadan kalkacaktı. Yöre insanı bu değişikliği gözleriyle görmüştü.
Zarife de bu komşu ilçelerden birinde yaşıyordu, köyleri de şehir e yakın sayılırdı, ezilen köylünün durumunu yakından takip ediyordu her şeyin farkındaydı, okuluna gidip geliyordu, zaman zaman fırsat buldukça toplantılara katılıyordu. Zarife nin bu davranışları okul idarecilerinin dikkatini çekmişti.
Bu sefer de devletin düzeninin değiştirileceğine dair dedikodular çıkarmışlardı.
Gazeteler yalan haber yaparak masum eylemleri abartıyordu. Bölge de devletten ayrı bir sistemin hakim olduğu yalanını her fırsatta dile getirdiler.
Artık ülke sağcı ve solcu diye bölünmüştü. Bu zor günlerde Zarife hapse girmişti.
Öğretmen bir ağabeyi vardı Zarife'nin. O da iki yıldır hapisteydi.
Toplantıya geç kalan bir öğrenciye dayak atılmıştı bu esnada ağabeyi engel olmuştu bunu suç saydılar. Çok önceden kafayı takmışlardı Zarife'nin ağabeyine. Bu olay her şeyin tuzu biberi olmuştu. Zaten bir bahane aranıyordu. Üzerine olmadık suçları atarak hapse girmesine neden olmuşlardı. Cezaevinde kötü muameleye maruz kalmıştı. Bu acılara dayanamayan Zarife'nin annesi de hastalanarak yatağa düştü.
Zarife cezaevine girdiğinde daha on sekiz yaşını bile bitirmemişti. Öğrenciydi, hapse girdikten birkaç ay sonra yaşını tamamladı. Heyecanlı yardımsever sevgi dolu bir kişiliği vardı Zarife'nin. Dayatmacı, zorlayıcı bir durum karşısında çekinmeden öne atılırdı. Okuldaki birkaç öğretmen ve bir idareci Zarife'ye kafayı takmıştı. Hırs ve intikam duygusu içindeydiler, ona acımasız davranıyorlardı. Haksız yere şikayetçi olup, yalan ifadeler vererek Zarife'nin tutuklanmasına sebep olmuşlardı.
Alevi solcu bir aileden geliyordu Zarife. İleri görüşlü öğretmenlik yapmış aydın bir babası vardı. Hasanoğlan Köy Enstitüsünü bitirmişti. Aylık yirmi liraya, köyde yirmi yıl öğretmenlik yapacağına dair imza atmıştı. İstiklalin evlatlarını yetiştirme sırası artık ona gelmişti. Böyle bir ailenin kızıydı Zarife.
Cezaevindeki yıllar hiç kolay geçmiyordu. Sıkıntı içerisinde güçlüklere göğüs germişti. Yaşaması ayakta kalması gerekiyordu. Kötü muamele görmüştü. Ceza'nın bitmesini sabırla bekledi. Doğduğu evi yaşadığı şehri unutamıyordu, köyü gözünün önüne geldi. Annesini kardeşlerini ve biricik babasını çok özlemişti. Ama dayanacak sabredecek gücü de kalmamıştı.
Cezası bittiğinde normal yaşamına devam edebilecek miydi? Şimdiden zorlu bir gelecek onu bekliyordu. Üniversiteye gitmek istemişti. Hayata geriden başlayacağının farkındaydı. Çıkabilseydi dışarı hayallerini bir bir yerine getirecekti. Ama buradan da çıkmak çok zordu. Korkuyordu. Bu dünyada zamanı ilerletecek, yaşamı biraz daha ileriye götürecek bir güç var mıydı? Yıllar geçmişti tahliye günü gelip çattı. Önce köye gidip babasını görecekti.
Küçük kardeşi onu almaya gelmişti, kardeşine köye gitmek istediğini söyledi. Annesini aklından hiç çıkaramıyordu onun ani ölümü Zarife'yi çok sarsmıştı, ölümünden kendisini sorumlu tutuyordu. Cezaevindeyken kalp krizi sonucu hayatını kaybetmişti Zarife’nin annesi. Ölüm haberini bildirmediler Zarife'ye. Zarife devamlı annesini soruyordu, hastalığını merak etmişti. Aradan iki ay geçmişti ki, annesinin öldüğünü öğrendi. Zarife hissetmişti, ama bu gerçekle yüzleşmekten korkuyordu. Kardeşinden bu haberi duyduğunda yıkılmıştı. Annesinin kendisi yüzünden kalp krizi geçirdiğini düşünüyordu. Bu travmayı nasıl atlatacaktı.
Araba köye yaklaştığında Zarife heyecanlanmıştı, korkuyordu kalp atışları hızlandı, evin önüne geldiklerinde bir sessizlik oldu, cezaevinden bir yıl önce çıkan ağabeyini gördü. Ağabeyi merdivenlerden iniyordu. Araba evin avlusuna kadar girmişti. Zarife arabadan indi. "Ağabey babam nerede?" dedi.
Ağabeyi Zarife'nin yüzüne bakıyordu. Bakıştılar.. Merdivenleri ikişer ikişer çıktı Zarife. Önce mutfağa girdi, babasını göremiyordu, hızla diğer odalara baktı babası yoktu. Kapıya doğru tekrar geri döndüğünde ağabeyi küçük kardeşi ve dayısının oğlu ağlayan gözlerle ona bakıyordu. Kimse babasının öldüğünü söyleyemiyordu. Annesi öldükten üç ay sonra ölmüştü babası.
Zarife anlamıştı, olduğu yere yığıldı, ayağa kalktı çığlık atmaya başladı, evin bahçesinde oradan oraya koştu "Babaa, babaa…" diye dakikalarca bağırdı.
Bir aşağı bir yukarı deliler gibi koşuyordu, ağabeyi ve kardeşi de onun peşinden gidiyordu. Üçkardeş ağlayarak birbirlerine sarılmıştı, yere çöktüler.
Yaşamın acımasız çarkları Zarife'yi öğütüyordu, öğütüldükçe yok oluyordu Zarife.
Sabah kalktığında kuşların sesiyle uyandı. Cezaevinde kulakları yüksek sese maruz kalmıştı, ses duymak istemiyordu, ama kuş sesi iyi gelmişti. Köyde yaşamak istemediğini anladı. Kasabada iki odalı evleri vardı oraya gitti. Bundan sonra kasabada yaşayacaktı.
Bazı günler sokağa çıkıp kendisini dışarı atmak istedi. Bir kaç defa cesaretini toplayıp sahildeki parka indi. Sahipsiz dolaşan hayvanları gördü, hayvanların bakışları bile değişik gelmişti gözüne. Zarife'ye acır gibi mi bakıyorlardı? Doğanın rengi de değişikti. Dağlar denizler farklı görünüyordu gözüne. Sabah olduğunda güneşin, diğer canlıların hatırına yüzünü gösterdiğini düşündü. Yoksa "insanlar için niye doğsun ki?" dedi.
Akşamın karanlığında gölgeler saklanıyordu, Zarife'yi görmemezlikten mi geliyorlardı? Zarife iyice yalnızlaşmıştı, soğuk kış günlerinde tek başına donarak ölmekten korkuyordu.
Birden aklına, sokağın ortasında sürüklenen arkadaşının çığlığı geldi.
Eğilip kolundan tutmuş ona sarılmıştı, sürüklenmesine engel olmuştu, iki kişiyi sürüklemeleri daha zor olur diye düşündü. Bir üçüncü arkadaşı da koşarak yetişmişti, iyice kenetlenmişlerdi, sürükleneceklerin sayısı üçe çıkmıştı. Bir kaç kişi daha geldi, herkes birbirinin koluna bacağına sarılmıştı, ayrılmaları imkansızdı. Tekmeler yumruklar atılıyordu, acı duymuyorlardı, vücutları uyuşmuştu, yorgun düşmüşlerdi. Arkadaşını kurtarmıştı Zarife, mutluydu.
Dışarda sürüklenen çocuğu gördüğünde aklına gelmişti bu yaşadıkları.
O çocuğu görmemezlikten gelebilir miydi? Çığlığına kulaklarını tıkayabilir miydi?
Küçük bir tereddüt yaşamıştı. Acaba ne düşünmüştü, neden beklemişti?
Kendisine kızmıştı, koşmaya başladı, koştu koştu.."Bırakın bırakın" diye bağırdı. Hemen önünde yerde yatan yaşlı adamı gördü. Adam elini ona doğru uzatmıştı. İki eliyle tuttu adamı, ayağa kaldırdı, ağzı kanıyordu, elini omzuna aldı adamın, hızla uzaklaştılar.
Yaşlı adamı kaldırmayıp arkasını dönüp gidebilir miydi? Hiç bir şey olmamış gibi yoluna devam edebilir miydi? Birden yüzü asıldı. Görmemek için kafasını başka yöne çeviren arkadaşı aklına gelmişti. O anda geçmişe gitti. Bu günlerde o arkadaşının iş hayatında yüksek yerlere geldiğini biliyordu. Geçmişteki hatıralar bugün rahatsız edici olmuştu. Dünyanın zayıf kalmış acz içindeki o zavallı hali bugünde devam edecek miydi? Çığlık atmak istedi, beceremedi. Tanrıya dua etmek istedi, sesini duyuramayacağını düşündü. Cezaevinde yapılanlar aklına geldi, korkmaya başladı titriyordu.
"Yok edeceklerdi bizi, her şeyimizi bitireceklerdi" dedi.
Birileri onu almak için bekliyor olabilir miydi? Yoksa sona mı gelmişti? Evde kapanıp kalmıştı Zarife, özgürlüğün tadını çıkaramıyordu. Sıkışmıştı. Günlerdir kimseyle konuşmamıştı, canı hiçbir şey yapmak istemiyordu, yemek bile yemese olurdu, içinden kitap okumak televizyon izlemek gelmiyordu. Tekrar dışarı çıkmayı düşündü, uzunca bir yürüyüş yapacaktı, ama bunu bir türlü başaramadı.
Sonbahar yapraklarının süzülerek yere düşüşünü anlatan bir hikaye aklına geldi. Yaprakların yere düşerken, havayla sıkıştığını hızlıca sağa sola yalpalayarak düştüğünü hayal etti. Artık roman kahramanlarını sevmiyordu. Bu küçük geçici heyecanı anlatan satırları yıllar sonra hatırlayacağını hiç düşünmemişti.
O anda yaprağın rüzgârıyla yerden kalkan toprağın tozunu canlandırdı gözünde. Hoş bir duygu olduğunu fark etti.
Bu içinden çıkılmaz durumun hayallerini elinden almasına izin vermeyecekti.
Ama olmuyordu.
İlk defa sonbaharı kendisi bitirecek soğuk kış günlerini ağır ağır sonlandıracaktı. İlkbahara ağız tadıyla girmek çok güzel olabilirdi. Düşündü, sonbaharın sonunda kalmaya karar verdi. İlkbaharın gelmesini istemiyordu. Oysa İlkbaharın hiç bir suçu yoktu.
Acıların, baharı zehirleyebileceğini düşündü.
Sanki yaşamı devam ettirmek, ceza öncesi ve sonrası diye bir çağdan başka bir çağa geçmek gibiydi. Yaşadığı kuşağın başka kuşakları da içine alan canlılarla aynı tarihi yaşıyormuş gibi olduğunu fark etti.
Daha, köyün hemen altındaki denize bakan doğduğu eve gidecekti, açık denizden dönen balıkçı motorlarının martılarla oluşturdukları müziği ve o ruhunu okşayan melodiyi dinleyecekti. Martıların sesi balıkçı motorlarının sesine karışsın, kendisi de o sese eşlik etsin istiyordu. Kulağı bu seslere aşina sayılırdı. Bundan sonra hiçbir şey için hazırlık yapmasına gerek yoktu.
Artık ara sıra dalgaların kıyıya vuruşunu, tuzlu deniz suyunun son sürümündeki beyaz köpüklerle çağlamasını, dalgaların geri dönerken midye kabukları ve çakıl tanelerini sürükleyerek götürmesini ve otomobil sesleri ile iç içe girmiş uğultuyu kabul edecekti.
Çıkabilseydi dışarı uzun bir yürüyüşle şehrin sonuna kadar gidecek, telgraf tellerine sıra sıra dizilmiş kırlangıçları ve uzayarak gökyüzünü delen söğüt ağaçlarını görecekti.
Belki de söğüt ağaçları ve kırlangıçlar onu bekliyordu.
Ama olmadı, çıkamadı dışarı.
Kırlangıçların sırası da bozulmuştur zaten dedi. Telefon tellerinde düzensiz duruyorlardır, söğüt ağaçlarının tepesinde bekleyen sığırcıklar da, şaşkın şaşkın sağa sola bakıyordur şimdi, hele şu çınar ağaçları yok mu? öyle inatçıdırlar ki, sormayın!. Bir yıl boyunca matem tutarlar, şahitlik etmediği adaletsizlik kalmamıştır bu çınarların, yasları bitmez bunların uzun sürer, konuşmak için seneye sonbaharı beklemek lazım, inadı tuttu mu bu koca çınarların bir tek yaprağını bile salıvermezler aşağı, uzaklardan gelen sesleri tanırlar konuşurlar birbirleri ile, yoksa yüzyıllardır nasıl ayakta durabilirler ki, konuşmadan dertleşmeden.
Çınar ağaçlarının derdi bile Zarife'nin derdi olmuştu. Onları da Zarife mi düşünecekti?
Çıkabilseydi dışarı tüm bu organizasyonun başına geçecekti Zarife, olmadı. Bir kaç kez denedi dışarı çıkmayı ama başaramadı. Bir defasında hızlıca aşağıya indi, kapıyı açıp adımını dışarı attı, bir tuhaflık olmuştu, diğer adımını atamıyordu, heyecanla içeri girdi hızlıca merdivenleri çıktı, kapıyı açamadı elleri titriyordu, zorda olsa kendisini içeri atmayı başardı hışımla ceketini çıkartıp yere fırlattı. Ayakkabılarını birbirine bastırarak çıkarmak istedi, sendelemişti, yere düşerken ayakkabının biri havada uçuyordu, diğeri ise ayağından çıkmamak için direniyordu. Çok sinirlenmişti. Doğruldu oturup diğer ayakkabıyı da çıkardı. Ayağa kalktığında tekrar sendeledi duvara çarptı. İçinden ağlamak istedi. Niçin dışarı çıkamıyordu? Neden normal insanlar gibi hayata dönüp yaşamını devam ettiremiyordu? Üzerindeki korkuyu atamamıştı. Biraz uzanmak istedi. Zorla doğruldu, sanki bütün vücudu taş kesilmişti, salondaki koltuğa uzandı. Hava kararmıştı, başının üstündeki perdeyi yattığı yerden kapatmaya çalıştı. Gözlerini kapattı, biraz sakinleşmeliydi, bir kaç dakika öylece kaldı, bir türlü kalp atışlarının ritmik bozukluğuyla baş edemiyordu. Başı ağrıyordu, uyumuştu.
Gözlerini açtığında öğle olmuştu, hiç bu kadar uyuduğunu hatırlamıyordu. Ama kalkmak da istemiyordu. Uyanık kalmaktan, gerçek hayatın zihnindeki geçişlerinden rahatsız olmuştu. Doğruldu, oturamadı tekrar uzandı, gözlerini kapatmıştı.
Kapının zili çaldı, ayağa kalktı, zorlanarak kapıya kadar gitti.
Kapıyı açtığında karşısında polisi gördü.
"Zarife siz misiniz?"
Nazım Hikmet'in anısına…