Yolların menzili

Ünver PAZARLI

O, önceleri tozun, toprağın karıştığı; bazen üzerinde oynayıp, bazen de geleni geçeni seyrettiğimiz, sadece gidebildiğimiz kadarını bildiğimiz, bir ucu bizde, bir ucu meçhulde olan bilmeceydi bizim için. Dağlardaki patikalarla şehirlere akıp giden köy yolları arasında hiç fark yoktu. Üzerinde yürünüyor, bir yerlere gidiliyordu ya! Fazlasının önemi yoktu. Çünkü hayallerimizin uzunluğu sadece bu yürüyebildiğimiz yollar kadardı.

Bir gün hiç tanımadığımız adamlar, küçük küçük taşların altına ve üstüne siyah macun gibi, "zift" dedikleri koyu pekmezi andıran sulardan dökerek yepyeni bir yol gösterdiler bizlere. Böylece yol hakkındaki kanaatlerimiz değişmeye başlamıştı. Sonra yol adını daha fazla duymaya başladık: geniş yol, kaygan yol, sapa yol, eğimli yol, düz yol, en sonunda ise asfalt yol. Bu yolun en son haliydi. Onun üzerindekilerin önemi yoktu, yolun olması yeterliydi. 52-53 model ciplerin, atların eşeklerin, ineklerin, öküz arabalarının, traktörlerin, tek tük bisikletlerin, yürümemek için nazlanan arabaların hepsi de bu kibar görünümlü asfaltların sevdalısı oldular.

Mutluyduk. Artık güzel yollarımız vardı ya, bomboş sokakların zifiri karanlık gecelerinde, komşuluğa giderken önümüzü büyük büyük çıralarla aydınlatmamızın yadırganacak bir tarafı yoktu. Hem bizden öncekiler gibi altı çocuğu olmayanlardan süs parası da isteyen yoktu. Bir devlet büyüğümüz de "Yollar yürünmekle aşınmaz" diye bir laf etmiş. Çok doğru bir sözdü bu, "Gücü yeten varsa gelsin bakalım", diyorlardı "bu asfaltın hakkından gelebilecek var mı?." Bu arada birçok deyim ve sözün manası bizlerce daha iyi anlaşılır olmuştu: Nice hırçın adam, hayatın gerçekleriyle bir şekilde yola getiriliyordu. Irgat, fakir köylü, geçinmenin yolunu yordamını öğreniyor; sevenler, asker yolu bekliyordu.

Derken annelerimizin hayatta her zorluğu yoluna koyduğunu; babalarımızın ise ayakta kalmanın yollarını ezbere bildiğini kavradık. Öğretmenimiz, ders öğrenme yollarını bir bir, sabırla anlatıyordu. Dersler bittiğinde, yollarda oynamaktan da hiç vaz geçmiyorduk. Nisan ayında babamı son yolculuğuna uğurlarken, okul yolları benim için azap yolları oluvermişti. ..

Zamanla "yol" kelimesinin, hele "yollu" kelimesinin kötü ve iğrenç anlamlarını da öğrendik. "Yol" söylenmesi dikkat gerektiren bir söz oluvermişti. Bir zaman sonra "yolsuzluk, yol kesmek, yoldan çıkmak, yolunu bulmak" deyimleriyle tanıştık. Hepsi de "kalburüstü" adamların marifetiydi... 

Arabeskin ayak sesleriyle beraber "hayat yolu, ecel yolu, mutluluk yolu, aşkın yolu" tabirlerini ezberledik. Bazıları da "yoluna kurban olmaktan, yollarını gözlemekten, yollarına güller dökmekten" bahsediyordu. Bir tarafta "Git yolun gülle dolsun" diyen gözü yaşlı bir âşık; diğer tarafta ise "Sana sevdanın yolları, bana kurşunlar" diyen çılgın bir sevgi anlayışı... Hangisini ararsanız vardılar. 

Genç denilen vaktimizde "yol arkadaşlarımız" oldu. Derin, çok derin arkadaşlardı. Öyle yolculuklarımız vardı ki mutlaka ailelerimizden ayrılmayı gerektiriyordu. Yolların sadece mesafeden ibaret olmadığını öğreniyorduk.
Sonu "yol" ile biten ideolojilerle tanıştık bir zaman. Herkesin kendi yolu vardı ve bize "Yolun açık olsun!" demek kalıyordu. "Doğru yol" parti ismi olunca, kendi yolumuzu ifade etmek için "sırate’l- müstakim" demek zorunda kalmıştık. Ama herkesin kendisine göre bir yolu, bir doğrusu olduğunu kabullenmek zorundaydık.

Dünyanın küresel bir köye dönüşmesiyle yolların karadakilerle sınırlı olmadığını öğretmişti zaman. Hava ve deniz... Sizleri ne kadar geç tanımış, ne kadar ihmal etmişiz meğer. Sizi yol derdi olmasa nasıl keşfederdik? Böylece eskiden çokça söylenen "Yollar uzun gelemedim; Dağlar dağlar, yol ver geçem! ; Gelemem sevdiğim yol uzun uzun " gibi şarkı ve türküler, çok beğenilmekle birlikte, duygu dünyamızdaki yerlerini kaybediyorlardı.

Artık ne "Ayaş yollarından aştım da geldim" diyen fedakâr bir âşık ne de "Yolun ecel olsa korkmaz geçerim!" diyebilecek cesur yürek vardı ortada. Çünkü yollarda elimizdeki akıllı telefonlarla yolculuk yapıyorduk ve aradığımız kişiyi kameradan seyrediyorduk. Ne hayal kurmaya ne rüya görmeye ve ne de hasret çekmeye gerek vardı artık. Yolumuzu kaybedersek de "navigasyon" umuz yetiyordu.

Yollar bizi hiç tanımadığımız, bilmediğimiz ülkelere, kıtalara götürür olmuştu bizleri. Diplomasi konuşanların dilinden de "barış yolu", "yol haritası" gibi sözler sıkça duyulur olmuştu. Ancak mesafeleri kısaltan yollar, insanı kendinden uzaklaştırıyor muydu yoksa? Yoksa Bahama adalarında tatil yapıp, Pisa kulesinin kaç derece eğri olduğunu bildiği halde, karşı komşusunu yolda görünce tanımayan insanlık neyle açıklanır? 

Bizler, yine mazimizdeki tozlu, çamurlu yollarımızın izleriyle baş başayız. Otomobiller, trenler, gemiler ve uçaklar gönüllerimizin limanlarına teğet geçerler ilkin. Sonra kısalan mesafelere inat, uzaklaşır hayallerimiz. Yollar ömrün ta kendisi olur.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.