Ülkemiz yolsuzluklarla sallanıyor. Rakamlar öyle böyle değil, el koymanın adına artık “çökme” diyorlar. Tavuk – horoz fark etmiyor. Özel sektör ve kamu malları özelleştirme adı altında mafya yöntemleriyle elden ele dolaştırılıyor.
Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet, böyle bir dönem daha yaşamamıştır.
24 Ocak kararları bankerlik mesleğini yaratmıştı. Henüz 18 yaşında olan ve çaycılık yapan Banker Yalçın isimli bir çocuk, ülkemizin parası bol ve kendisini akıllı zanneden insanlarından aylık %12 faiz ödemeli para toplamış ve ortadan sıvışıvermişti.
Kastelli, Bantaş, Suntaş, Yalçın, …
Arkasından bakılan paralar!
12 Eylül sonrası çaycıdan banker olmuştu ya, şimdi de ayakkabı boyacısından otel sahipleri türedi ve adam devleti misafir etmiş ve ağırlamış.
Gazeteciler, yargıçlar, siyasiler, …
12 Nisan 2021 tarihli “Ahlak Çöküntüsü” başlıklı yazımda, Almanya Cumhurbaşkanı Christian
Wulf’un istifa ettiğini paylaşmıştım. Nedenini hatırlamak ister misiniz? 2008’de daha Cumhurbaşkanı olmadan önce, bir yapımcı arkadaşıyla geziye katılıyor. Otelde konaklıyorlar ve yapımla ilgili olarak bir şirkete mektup yolluyor. Arkadaşı da Wulf için 719 Avroluk otel masrafını karşılıyor. Hepsi 7 bin Türk Lirası.
“Uyuşturucuyu izlersen, eline bir suç davası geçer; parayı izlersen ne geçeceğini bilemezsin.” İşte Alman gazeteciler, bu ilkeden hareketle bu kadarla sınırlı olan arkadaş kıyağını ortaya çıkarmışlar. Cumhurbaşkanı Wulf’da şerefli bir istifa dilekçesini Almanya Başbakanı Merkel’e sunmuştur.
Çoğumuz en az bir defa şu lafı etmişizdir: “Allah’tan petrolümüz yok!” Sadece inşaat ve borçlanma üzerine kurulan iktidar yönetme sistemine bakınca; bu en değerli yeraltı servetinden yoksunluğa duyulan içten minnettarlığı anlıyor insan. Ne yazık ki petrol yok ama Azeri petrolünün parası var. Ve ne vakit yüklü miktarda ülkeye girse, çevresinde tuhaf olaylar beliriyor.
Süpermarkette çalışan kasiyer bir Azerbaycanlı kızın aylık maaş tutarı 200 dolar seviyesindedir. O ülkede insanlar. “arının bal içinde inlediği” gibi inleyerek üretiyor ama milli gelir pastasından alması gerekeni asla alamıyorken, Azerbaycan petrol şirketi SOCAR’ın paraları Türkiye, Kıbrıs, Rusya topraklarına PETKİM vb. yatırımları şeklinde girdiğinde, “pamuk şekerine” eviriliyor, arkasından da yönetim kurulları paylaşılıyor.
Peki, neler oluyor?
Gömlek düğmeleri göbeğine kadar açık adam, şimdiye kadar ucu Cumhurbaşkanı Sayın Tayip Erdoğan’a çıkacak ve devlete dokunacak sırlarını kendinde tuttuğu izlenimi verdi. Uluslararası hukukun çalıştığını söylüyor; kendini “Türkiye Cumhuriyeti’nin bekasına adanmış Malkoçoğlu” olarak sunuyor ve bu imajı bitirecek bilgileri paylaşmıyor. Şimdilik! Pazarlığın ya da restleşmenin gidişatına göre Pandora’nın Kutusu daha da açılabilir.
Sezgin Baran Korkmaz’ın uçağının 40 sefer yaptığı Caracas seyahatleri var ki, bizi zora sokacak gibi görünüyor.
Onu kontrol edenler, o kararı vereceklerdir.
Açıldığındaki tablo aynen şöyle olacaktır. Tansu Çiller’in Başbakanlık yaptığı 90’lı yıllarda Avrupalı dostlarımız, Türk Bayrağı üzerine enjektör koymuşlardı. Ne manaya geldiğini bilmeyenimiz var mı? Önümüzdeki günlerde Şanlı Bayrağımızın dört köşesi ile ay – yıldızın arasına enjektör konmasından korkarım.
Gidişat vahimdir. Bunu tersine çevirmediğimiz takdirde haysiyet, onur, şereften bahsetmek mümkün olmayacaktır.
Sizlere Herkesin hırsız olduğu ülke adı altında bir hikâye yazmıştım. Yeri geldiği için yeniden yazma ihtiyacı duydum.
Hikâye bu ya,
Herkesin hırsız olduğu bir ülke varmış, ama istisnasız herkesin.
Gece olunca, insanlar maymuncuklarını ve fenerlerini yanına alır ve komşusunun evini soymaya gidermiş.
Gün doğarken yüklerini alıp, evlerine geri dönerlermiş.
Ama her seferinde kendi evlerini de soyulmuş bulurlarmış.
Ülkede kimse kaybetmezmiş, çünkü herkes birbirinden çalar ve bu dolaşım son kişi ilk kişiden çalana kadar sürermiş.
Bir gün, nasıl olmuşsa, dürüst bir adam ortaya çıkmış.
Gece olduğunda, çanta ve fenerle dışarı çıkmaktansa evinde kalıp çalışmayı tercih edermiş.
Hırsızlar geldiğinde evde ışık yandığını görüp soymak için içeri girmezlermiş. Ve bu durum bir süre devam edince, ahali bir konunun açıklığa kavuşmasını istemiş:
“Çalmadan yaşamak senin tercihin, ama başkalarını bir şey yapmaktan alıkoymaya hakkın yok.”demişler.
Bunun üzerine dürüst adam, geceleri evinden çıkar, fakat hiçbir şey çalmaz, döndüğü zaman evini hep soyulmuş bulurmuş.
Adamın bir haftadan daha az bir sürede, yiyecek tek bir şeyi kalmamış ve ülkeyi terk etmek zorunda kalmış.
Daha iyi soygun yaparak zenginleşenler kendileri için soygun yapmak üzere maaşlı hırsızlar tutmaya başlamışlar.
Zengin fakir ayrımı giderek çoğalmış.
Zenginler mallarını korumak için polis teşkilatı ve hapishaneler kurmuşlar ve kendi mallarının çalınmasını yasa dışı ilan etmişler.
Ancak yoksulların mallarını çalmak hala serbestmiş.
Bir süre geçtikten sonra, artık kimse soymaktan ve soyulmaktan söz etmez olmuş.
Çünkü yoksulların çoğu ya açlıktan ölmüş ya da ülkeyi terk etmişler.
Zenginler ve maaşlı soyguncular ise soyacak kimse kalmadığı için servetlerini yitirmeye başlamışlar.
Sonunda zenginler eski düzeni yeniden sağlamak için dürüst adamı başa getirmeye karar vermişler.
Ancak dürüst adamın evine gittiklerinde sadece yerde yazılı bir kâğıt varmış. Kâğıtta şunlar yazıyormuş:
“ Bir insan sadece dürüst olduğu için aranıyorsa her şey için çok geç kalınmış demektir.”
İnsanın doğumundan itibaren aileler tarafından aşılanmaya başlayan dürüstlük, ilerleyen dönemlerde aldığımız okul içi ve toplumsal eğitimlerle anlam kazanmakta ve gelecekte toplumda sahip olacağımız konumuzu belirlemektedir.
Bu durum aynı zamanda insani ilişkilerimizi etki etmekte, insanların bize olan bakışını belirlemektedir.
Dinler açısından değerlendirildiğinde ise yalnızca İslam’da değil, diğer dinlerde de her zaman önemli bir kavram olduğu bilinmektedir.
Kişiler arasındaki ilişkilerde dürüstlük ne kadar önem taşıyorsa, devletlerin kendi aralarındaki ilişki ve hukukunda da o kadar önem taşır.
Mütevazı yaşamları ve dürüstlükleri ön planda olan ülke yöneticileri sadece kendilerine değil, ülkelerine de itibar katarlar.
Bu açıdan bakıldığında yaşama adım attığımız ilk andan itibaren kazandığımız bu herkeste olması gereken dürüstlüğü, çocuklara ve gelecek nesillere aktarmamız, daha sağlıklı toplumların oluşmasına zemin hazırlayacaktır.
Dürüstlük insanların sahip olması gereken en yüksek değerdir. Dürüst olmayı becerebilen aynı zamanda ahlaklı da olacaktır.
Tersi mümkün değildir.
Benim rahmetli Ali dedem “akıllı ile mahşerde görüşeceğiz” demişti. Ahlak ve dürüstlüğün zirve yaptığı 50’li yıllar, sözlerin senet olduğu yıllardı. Utanma, ar, ayıp, insanlar ne der duygusunun en yoğun yaşandığı yıllardı.
Biz nasıl ve neden buralara geldik diye kendimizi, ailemizi, milletimizi, yönetim ve yöneticilerimizi ne zaman sorgulayacağız.
Ahlak ve dürüstlüğü mahşere bıraktığımız gün, insanlığın da bitiği gün olacaktır. İnsanlığı bitmiş bir toplumun, devlet olarak hayatını sürdürmesi beklenemez.