Üslup meselesi çok önemlidir. Bülent Arinç hukukçu olarak üslubun önemini ifade eden “üslub ul beyan aynen insan” tekerlemesini büyük bir vuku f gösterisi eşliğinde sunarak basın mensupları huzurunda konuşmasına başlamıştı. Ruhundan bi haber olsa bile. Çünkü o sözün ruhundan haberi olsa bundan birkaç sene evvel Sayın Kılıçdaroğlu için;” şu kadar cık boyuna bakmadan neler de konuşuyor.. ” demezdi.
Üslup; bir babanın çocuğunu yetiştirirken kullandığı usul ve o usule gösterdiği sadakatin içinde de rastlayabileceğimiz bir inceliktir .Hiç bir baba çocuğunu terbiye ederken hırpalamaz. Bu çok önemlidir. İnsan nesli için hırpalamak diye bir terbiye usulü yoktur.
Gaziantep’in bakırcı ustası bakırını döverken akortlu sesler çıkartmak zorundadır. Bütün hüner o akort da gizlidir. Mamulatın güzel olacağı dövülürken çıkan armoniden belli olur.
Mevlana’yı “delirten “ ve “Sema” ya kaldıran Konya’nın kuyumcular çarşısındaki armonidir. Tın tın tık seslerindeki uyumu yakalayan ve aşka gelen Mevlana Pisagorun yakaladığı küresel armoniyi de ruhunda hissetmiş ve gezegenlerin döndüğü gibi dönmeye başlamıştır. Yine Konya’nın keçecileri armoni eşliğinde yünleri dövüp, dövüp katlamışlar, dünyanın en güzel keçelerini imal etmişlerdir.
Bütün sanat ve zenaat ehli hep armoni eşliğinde üretim yapmişlardir. Armoniden yoksun bir tane bile üretim modeli bulamazsınız diyecek kadar armoninin önemli olduğunu zannediyorum.
Armoni konusuna ilk takılanın Sisamlı Pisagor olduğunu söylüyor tarih. Matematik ve musiki yi bir kapta harmanlamaya cesaret etmesinin sebebini notaların dizilişindeki oranda bulduğunu ifade ediyor. Ve ondan sonra gelen filozoflar ve bilim adamları da onu doğruluyor. Çünkü Yaradan’ın tabiatın içinde gizlediği bir oranın her ortamda karşılarına çıktığını görüyorlar. Ve kıymetinden dolayı asırlar sonra ona “ALTIN ORAN” demek mecburiyetinde kalıyorlar.
Matematik; tabiattaki uyumun çözülmesinde ve hissedilmesinde bir rehber kabul edilmiştir. Bir ağacın yapraklarının dizilişindeki armoniyi ressam algıladığı gibi matematikçi dahi formüle etmek istemiş ve bulduğu sonuç onu heyecanlandırmıştır. Çünkü bütün yapraklar güneşten azami istifadeyi sağlayacak düzen içinde sıralanmışlardır.
Tabiatta geçerli en önemli keşfi bu vesileyle insanın dikkatine sunmuşlardır. Evet;” Doğada maksimum fayda esasına dayalı bir armoni var” Yani üslup var… Her yaratilan maksimum fayda esasina göre ve bir beste ihtişaminda yaratilmiştir.
Bu durumu büyük bir vukufla çözümleyen Poincare (1856-1912);”tabiat güzeldir. Güzel olmasaydı insanın dikkatini çekmez ve neticede ilim doğmazdı.” Diyerek Pisagor’un eksik bıraktığı yerleri tamamlamıştır.
Tabiat güzel, insan ise güzelin de güzeli, en güzelidir. “En güzeli” en çok hak eden varlıktır aynı zamanda. .Bu durumda “Devlet ”insan denilen Varlık’a en güzel yönetim tarzını bulup uygulamak zorundadır. Modern Devlet uygulamaları kendini devamlı kontrol altında tutup “Hukukun üstünlüğü prensibine “sadık olmak zorundadır. Tabiidir ki bu işi başarmak kolay değildir. Kuantum mekaniğinin yani dar saha hassasiyetinin geçerli olduğu 21. Yüzyıl şartlarında Devlet adamı olmak kolay bir iş değildir. Kaba geometri hâkimiyetinin geçerli olduğu” Türk’ün altın yılları” artık geride kalmıştır. Nano teknolojinin baş döndürücü bir hızla her gün kendini yenilemesi ister istemez milletleri karşı konulmaz bir “israf ekonomisi ”çukuruna itmektedir. İsrafa iten ve israfı yaygınlaştıran TV reklamları, TV Programları ve özet olarak medya kuruluşlarıdır.
Global dünya elindeki bu medya silahına güvenerek Devletleri kendi halkına, kendi halkını da kendi devletine çok rahat bir şekilde düşman etmeye çalışacaktır. Bizim gibi bu tuzağa yakalanan milletlerin (ki bütün İslam ülkeleri bu grubun elemanlarıdır) şu anda en önemli problemi çok değişkenli politik denklemlere akıl erdiremeyecek kadar yetersiz liderlere sahip olmasından doğmaktadır.
Son Lider Süleyman Demirel kendi çağını iyi okumuş ve iki kutuplu dünya oluşumunun şartlarına göre ancak iç dinamikleri dış dinamiklere fazla ezdirmeden ülkesini yönetmiştir. Kendi çağına göre durumu kurtarıcı olmuşsa da bu gayretler muhtemel gelişmelere karşı bu milletin istikbalini yeteri kadar garanti altına alabilecek seviyeye çıkmamıştır. Yani 1965-1980 arası dönem kendi içinde tutarlı kendi içinde yeteri kadar kalkınma sağlayabilecek ve minimum borçlanmayla maksimum faydalar temin edebilecek bir üslubun bir idare üslubunun takip edilebildiği yıllar olmuştur. Daha iyisi nasıl olabilirdi? Veya daha iyisi olabilir miydi? Bilen varsa söylesin…
12 Eylül ve akabinde gelen Özal’lı yıllar kendinden önceki yıllara göre üslubun farklılaştığı dönem olmuştur. Durum tersine dönmüş ;”maksimum borçlanma minimum fayda” … olmuştur. Sahillerde yazlik kooperatifler kurulmuş insanlar yazlik sahibi olmaya özendirilmiştir. Devletin açtığı kredi muslukları hiç farkında olmadan harcama kalemlerimizin arasına faiz yükünü sokuşturmuştur.
Kapitalist sistem maksimum tüketim, maksimum fayda esasına göre yaşamakta ve rahat etmektedir. Batının “ilki bedava” taktiği ile müşterisi, bağımlısı haline getirdiği bizim gibi ülkeler kapıldıkları lüks tüketim hastalığını yaygınlaştırmaktan başka bir iş yapamaz hale gelmişlerdir. Özallı yılardan kalan en kötü miras halkın lüks tüketime yönlendirilmesi olmuştur.Millet eskiden de borçlanırdı ama acil ihtiyaçlar için borçlanır keyfi ihtiyaçlar için borçlanmayı haram görürdü.
Bugün keyfi nedir? Acil nedir bunu bile ayırt edemiyoruz. Hayatımıza dışarının müdahalesi çok arttı.Halkın beklentileri ,halkın hayati ihtiyaçlarının imkanlar dairesinde karşılanması iken yani iç dinamiklerimiz henüz daha yerli iken bu memlekette ABD ve Avrupa birliğinin ağırlığını bugünkü kadar şiddetli hissetmez ve ayar bozulmadığından karşı koyabilirdik. Hem millet olarak hem devlet olarak iç dinamiklerimize güvenirdik. Nereden biliyoruz. Çünkü 80 öncesinde ABD bize çok dehşet dayatmalar yapamazdı. Kıbrıs’a biz bu yüzden asker çıkardık ve oradaki soydaşlarımızın can ve mal emniyetini koruduk.
Dünyanın sayılı bir ordusuna sahiptik.Hem nicelik hem nitelik yönünden 50 yılda muazzam bir ordu kurduk.Biz buna mecburduk.çünkü tarihen bilinirki Türk milleti ordu millettir.
Her gücü elinde bulunduranın siyasi erk te gözü olması gibi ordumuzun da böyle bir merakı vardı. Bu merakı bilen batı zaman zaman ordu –millet inatlaşması doğsun diye soğuk savaş taktiklerini bize de uygulamıştır. Süleyman Demirel bu inatlaşmanın en çok muhatabı olan siyasidir. Cemal Tural genel kurmay başkanlığına Cevdet Sunay’ın tavsiyesiyle tayin edildiğinin haftasında Siyaset üzerinde vesayet kurmaya kalkışmış çıktığı yurt içi gezilerinde valileri denetlemeye başlamıştır..Başbakan Orduya zarar vermeden bu problemi Tural’ın kaprisli tutumu olarak ele almış ve onu emekli ederek hem orduyu hem de siyaseti korumuştur. Bu bir ÜSLUP, TARZ meselesidir. Ordunun 71 de olduğu gibi bütün halinde üstüne geldiğini görünce de hem orduyu hem de siyasi kazanımları tehlikeye atmamak için iktidarını feda etmiştir.12 Eylül darbesini de aynı üslubun gereği olarak bilek güreştirme testine tabi tutmamış kabullenmiştir. Aynı tavrı 2. Abdülhamit’te de görmekteyiz. Ordu bize en çok lazım olan iç dinamik unsurudur. Bu sonuç da yine aynı üslubun aynı tarzın tezahürüdür. Maksimum faydayı kollayamıyorsan minimum zararla meseleyi kapatma içtihadıdır.
Devleti idare edenlerin bir tarzı siyaseti bir üslubu olmak zorundadır. Bu üslup öncelik olarak maksimum faydayı kollamaktır. Eğer bunu yapma yolu tıkanıyorsa minimum zarara belli bir müddet için katlanmak ve şartlar düzeldiğinde kaldığı yerden yoluna devam etmektir.
10 yıl boyunca “maksimum fayda”, olamıyorsa” minimum zarar” üslubundan haberi olmayan bir Başbakan tarafından yönetildik. İç dinamiklerin devre dışı kaldığı bütün icraatlarda dış dinamiklerin dayatmalarının etkili olduğu bir dağılma dönemi yaşadık.
İç dinamiklerimizden pamuk üretimi izah edilemeyecek bir biçimde daha iktidarlarının ikinci yılında bir önceki yıla göre yarı yarıya azaldı. Pamuğa dayali dokuma sanayii dişa bağimli hale getirildi .Sebep nedir ? Makul bir açıklaması yapılamadı.Pamuk anaç bir üretimdir.Pamuk ve ona bağlı sanayii türevleri makas değiştirdi. Anaç üretimin yavruları ana sütüyle beslenemedikleri için beslendikleri yerlerin malı oldular. Bu küçük misalden yola çıkarak 10 yılda neleri kaybettik ve neyin eksikliğinden kaybettik bunu anlatmak istedik.
Şu anda dağılmış bir Türkiye’nin dağılmış bir Başbakanını görüyoruz. Üslubun ne olduğunu öğrenemeden siyasetin en üst basamağına çıkan bir Başbakanın, ürettiği ve farkında olamadığı problemler tarafından nasıl kuşatıldığını görüyoruz.
MHP genel başkanı Dr Devlet Bahçeli 4 haziran 2013 de yaptığı grup toplantısındaki konuşmasında Başbakanın ruh halini tahlil ederek şu tespitlerde bulunmaktadır.
1)Seçildiğinin ertesi günü yaptığı balkon konuşmalarına sadık kalmamıştır.
2)Kendisi dışındaki herkesi terbiyeye muhtaç kişiler olarak görmüştür.
3)dişariya karşi sadece diklenmiş fakat dik duramamiştir.
4) Türkiyeyi bir korku sarmalına hapsetmiştir.
5)Kibirli kinli kaba ve keskindir. Bu tesbitinde Sayın Bahçeli çok isabet etmiştir. Yazımıza konu olan siyasette devlet adamı üslubunun 10 yıl boyunca terk edilmesindeki belki en önemli sebep bu olabilir. Kibirli kinli kaba ve keskin olması halk nazarında onu muktedir azamet sahibi imiş gibi göstermiş ve destek bu yoldan sağlanmış olabilir.
Bu güne kadar Başbakanın üslupsuzluğunu halk medyanın yaptığı karartma yüzünden öğrenememiştir.Çünkü medya patronları korkuyla tanıştırılmıştır.Mayısın son haftasında ise Dağılmış bir başbakan görüntüsünün ayan beyan zuhur etmesine kendisi dahi engel olamamıştır.Üç gün içinde ettiği tutarsız laflar hatta aynı günün sabahı öğlesi ve akşam üstü yaptığı üç farklı açıklama yüzünden Başbakan kendi kendisini ele varmiştir.İki ayyaş lafıyla kimi kasdettiğini herkes biliyor.Madem bu kadar cesursun açıkça söylesene. Tevilini Hüseyin Çelik yapıveriyor ve diyor ki;”öylesine söylenmiş bir sözdür üstünde durmaya değmez.”Başbakan ;senin yardımcın, bak seni kurtarayım derken seni nasıl çocuklaştıryor? Farketmiyormusunuz. Bu tevilleri herkes duydu. AVM Topçu kışlası, Müze ve en son opera binası Taksimdeki biz kararımızı verdik dediği konunun 3 günde kendileri tarafından nasıl değişebileceğinin ifadesidir. Dağılmış bir başbakan görüntüsünün net halidir. Ve Bütün dünya ile beraber artık kendi taraftarlarıda bunu görmüştür.halbuki onlar görmesin diye 6 yildir medya ne gayretler sarfetmişti.
Başbakanın son gafı “diğer yüzde 50 yi sokağa çıkmasın diye zor zaptediyorum” cümlesi olmuştur. Çok hesapsız yapılan bir konuşmadır.
1) Gerçekten 22 milyon seçmenine sordun mu benim için sokağa çıkar mısınız dedin mi?
2)Onlar da anında sana evet çıkarız lütfen bize mani olma dedi mi?
3) Cevabın evet ise bizi inandırmak için yemin etmeye de hazır mısın?
4)Eğer bu cümle benim canım böyle istiyordu o yüzden dedim demenin bir başka türlüsü ise şunu doğrulamış olursunuz; Başbakanımız ölçüsüz konuşmuştur.öylesine konuşmuştur büyütmeye ve bundan siyasi çıkar sağlamaya kalkışmak size yakışmaz mı diyecek yine Hüseyin Çelik.
Genel başkan yardımcılarının görevi sizin gaflarınızı düzeltmeye tevil etmeye çalışmakmıdır.
Ey Erzurumlular, Ey Konyalilar Ey Kahraman Maraşlilar, Ey Tokatlilar, Ey Kütahyalilar, Ey Yozgatlilar, Ey Kayserililer ve adını anmak isteyip de anamadığım muhafazakar vilayetler halkı yanlış adresdesiniz. Güçlü zannettiğinizin ne kadar dağılmış olduğunu Allah size bu vesileyle gösterdi.Bu mesajı değerlendirin lütfen…Ve size en yakın yuva neredeyse oranın kapısını tıklatın bundan daha kötü olmayiz….