BOZKIRDA GEÇEN ÇOCUKLUK YILLARIM
Aydın’ın tarımsal sorunlarını yazmakla başladım.
Yazdıkça, Orta Anadolu Bozkırlarında geçen çocukluğumu hatırladım.
Uzun süren soğuk kış günlerinin ardından havalar yavaş yavaş ısınmaya, bozkır, üstündeki bembeyaz örtüyü atmaya, bozkır yeşile bürünmeye başlar.
Ekin tarlaları da ilkbaharın gelişi ile yeşile bürünen bozkırla birlikte, insan ruhuna ferahlık ve neş’e veren o güzel rengini alır.
Anadolu Bozkırlarının ekin tarlalarında dolaşırken, bozkırın kekik ve kır çiçeklerinin kokuları karışmış o kendisine has büyülü kokusunu duyarsınız. O büyülü koku size, o ana kadar hiç hissetmediğiniz bambaşka duygular yaşatır. O kokunun büyüsü ile düşünceleriniz dağılır, hayallere dalar, bilmediğiniz yerlere gidersiniz.
Güzel düşüncelerle hayaller kurarak, bozkırın, hafif bir meltemle deniz gibi dalgalanan buğday tarlalarında, bozkırın kekik, kır çiçekleri ve ekin kokuları ile karışmış kendisine özgü kokusunu içinize çeke çeke, tarla kuşlarının şarkılarını dinleyerek dolaşırken, apayrı, tarifi imkânsız duygular yaşarsınız.
Çocukluk yıllarım, bağrıyanık Anadolu’nun Haymana Yaylasında, ekin tarlaları ile koyun kuzu arasında geçti.
Yoksulduk.
Ama çok mutlu idik.
Bozkırda deniz yok. Deniz görmeden büyüdük ama denizimiz ekin tarlaları idi.
Ahlat ile alıç ağaçları taçlandırır çiçekleri ile ıssız bozkırları.
Salkım söğütler eğer başlarını şırıl şırıl akan dereye.
Yıkardı saçlarını berrak sularda, bozkırın gelin kızları.
Bozkırda ilkbahar sona ermiş, artık yaz gelmiştir. Ekinler altın başağa dönerken, umutlar ve hayallerin gerçeğe dönüşmesine çok az bir zaman kalmıştır. Şimdi daha başka ve daha güzel hayaller kurmanın zamanı gelmiştir. Ekinler biçilecek, bir yıllık emeğin ve beklemenin karşılığı alınacaktır artık.
İşte o 1950’li yıllar…
Çocukluğumu doya doya yaşadığım güzel yıllar. Çelik-çomak oynadığım, yelesine sarılıp alabildiğince at koşturduğum, bozkırda geçen çocukluğum.
Hayvanlar arasında, onlarla koyun koyuna, iç içe beraber büyüdüğüm, koyun kuzu, oğlak- keçi melemelerini, inek- buzağı böğürtülerini, eşek anırtıları ve at kişnemelerini, kuş cıvıltılarını dinleyerek geçen güzel çocukluk günlerim.
Rahmetli anamın yayık yaydığı, yoğurttan tereyağı yaptığı, yayıktan çıkan tereyağını parmak parmak yediğim güzel yıllar.
Tandırda pişen bazlamanın kokusunu 5 Km. öteden tarladan aldığımız güzel günler.
Sabah erkenden ekin biçmeye gittiğimiz, bakraçlarla tarlaya gelen aşımızı ahlat ağaçlarının gölgesinde yediğimiz, çömlek testiden buz gibi sular içtiğimiz güzel günler. Ne güzeldi o çopcukluk günlerim.
Saksağanlar ahlat ve alıç ağaçlarında; şahinler karaağaçların en yüksek dallarında yuva kurarlardı.
İlkbaharda bozkır canlanır, yeşile bürünür, rengarenk çiçekler açardı. Sarı beyaz papatyalardan taç örer, aralarına kan kırmızısı gelincikler katardık. Yemyeşil buğday tarlalarında ekinler arasında boynu bükük Anadolu Orkideleri buğdayların boyuna erişmeye çalışırdı.
Nisan sonu-Mayıs başı, çobanlar tutuluncaya kadar herkes kendi kuzularını güderdi. Rahmetli Annem, rengarenk boyanmış yün iplikten kırbaçlar örer, uçlarına da püsküller takardı.
Her evin belirlediği renklerle boyanmış ve minik çanlar takılmış kuzu ve oğlakları törenle otlağa çıkarmak, Annemin ördüğü kırbaçla kuzu ve oğlakları gütmek en büyük eğlencem ve zevkimdi.
Henüz dışarıya alışamamış kuzuların arkasından yetişmek zor olur. Bizim, her ilkbaharda 100 ile 120 kadar kuzularımız, 50-60 kadar da oğlaklarımız olurdu. Kuzular çok sevimli ve tatlıdır, ama oğlaklar, kuzulardan daha çok tatlı ve sevimli olur.
Köyde, her ailenin en azından 10 ‘ar, 20’şer kuzu ve oğlağı olurdu. Köyün çocukları, hep beraber güle oynaya, büyük bir zevk ve eğlence içerisinde güderdik kuzuları.
Herkes köye idi. Köy dışında kimse yoktu. Herkes tarlasını eker-biçer, üretir, ürününü satar, kimseye muhtaç olmadan geçinir giderdi. Bolluk ve bereket vardı. Gereksiz ve israfa varan hiçbir lüks harcamamız olmazdı. Giysilerimiz yamalı olsa da kirli ve pis değildi.
Orta Anadolu’nun her yerinde, Ankara ve Haymana, Bala, Şerefli Koçhisar gibi ilçeleri başta gelmek üzere, Konya’nın Ankara tarafında, Tuzgölü çevresinde Cihanbeyli ve Kulu ; , geniş bir alanda, tiftik keçisi yetiştirilirdi. Zaten adı da “Ankara Keçisi”dir. Bahsettiğim oğlaklar, tiftik keçisi oğlaklarıdır. Tiftik keçileri ,kıl keçilerine benzemez. Tiftik keçilerinin tüyleri, çok ince ve parlak, ipeksi bir yumuşaklık-tadır. Uzadıkça, yanlarından aşağıya doğru, hani bir şarkı var ya : “ Yar saçların lüle lüle, Dökülür ince bele .” İşte ,şarkıdaki gibi, ipek yumuşaklığındaki tiftikleri, yanlara doğru “lüle lüle “ dökülürdü.
Mayıs sonuna doğru havalar ısınınca, koyun ve tiftik keçilerini kırkardı rahmetli Babam .Koyun kırkma makası ile keçi kırkma makasları farklı olur.Keçi kırkma makası ince ve iki parça halinde, koyun kırkma makası ise, daha kalın ve tek parça olur.
En önemli ve temel geçim kaynağımız tahıl tarımı ve hayvancılık idi. Babam, baharda kırkılan yün ve tiftikleri Ankara’da Atpazarı’nda Ankara Kalesi Saat Kulesi civarında yün- tiftik tüccarlarına satardı.
Dedim ya.
Herkes köyde yaşardı, hiçbir sorunumuz yoktu, herkes mutlu ve umutlu idi. Herkes kendi yağı kavrulur, geçinir giderdik. O yıllarda Türkiye’nin nüfusu 20 milyon, İstanbul’un nüfusu ise 1 milyon 500 bin kadardı. Nüfusun % 70- 75’ i köylerde, kırsal kesimde yaşardı. Şehirlerin nüfusu öyle kalabalık değildi.
Tabii ki, anlatmakla bitmez, o güzel çocukluk günlerimiz yıllarca gerilerde kaldı. O güzel günleri yakalayıp geri getirmek mümkün olmasa da, bolluk ve bereket dolu, canımızın istediği her türlü doğal ve tertemiz, GDO’suz, katkısız, hilesiz yiyecek ve içecekleri her yerde ve her zaman bolca ve ucuza bulup alabildiğimiz, yiyebildiğimiz, herkesin güven ve içten bir dostluk içerisinde huzurla yaşadığı güzel gün-leri yeniden yaşamak, yaşayamamış olan bugünkü kuşaklara da yaşatmak mümkün olabilir.
AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİNE İLK TESLİMİYET YILLARI
21 yıllık bir ara ile ard arda gelen iki büyük Dünya Savaşından sonra Dünya hızlı ve büyük bir değişim sürecine girmişti.
Aslında bu değişim süreci, 15. YY.da Pusulanın bulunuşu ve ardından Coğrafi Keşiflerin yapılması ile başlamıştı.
Ancak, Dünya ‘da, özellikle Avrupa’ da ticaret ve bankacılık sistemi bugünkü anlamda gelişmemiş, küçük aile ortaklıklar henüz büyük holdingler haline gelememişti ve bu nedenle de, daha çok kazanç getirecek yatırımlar yapılamıyordu.
Daha çok para kazanma amacında olan küçük aile ortaklıkları güçlerini birleştirerek yeni yatırım alanları aramaya başladılar.
İşe, okyanus ötesi yeni pazarlar aramakla başladılar.
Tabii ki; bunda, temelleri çok çok eskilere, tarihin derinliklerine dayanan ezeli bir amaç vardı. Evratla kendilerine vaad edildiğine inandıkları Filistin Toprakları üzerinde Büyük İsrail Devletini yeniden kurmak.
1914-1918: 4 yıl süren ilk Büyük Savaş, İsrail’in kurulması planlanan Filistin Topraklarının Türklerden alınması ile sonuçlandı.
1939-1945: 6 yıl süren ikinci Büyük Savaş
İki Büyük Savaş arasında sadece 21 yıllık bir süre var.
14 Mayıs 1948: İngilizler finans edilerek elimizden alınan Filistin Topraklarında İsrail Devletinin kuruluşunun, David Ben Gurion tarafından ilanı. 2. Büyük Savaşın bitişinden sadece 3 yıl sonra.
Burada dikkati çeken çok önemli olaylar ve gelişmeler, yeni kazanımlar da olmuştur. İkinci Büyük Savaştan yenik çıkan Almanya, ABD ‘ ye savaş tazminatı olarak sayısız kimya ve ilaç formüllerinin yanı sıra ağır silah projeleri ile yüklü miktarda para ödemeye mahkûm edilmiştir.
Ayrıca, yeni kurulan İsrail Devletine de, Yahudi Soykırımı Tazminatı olarak çok yüksek miktarlarda para ödemeye de mahkûm edilmiştir.
Şimdi sıra gelişmekte olan ülkelere el atmaya gelmiştir.
Hazırlanan Marshall Planı gereği, önceden kendisine ait Filistin topraklarında kurulan İsrail Devleti için ileride güçlü bir tehlike ve tehdit oluşturması ihtimali çok yüksek olan ve kalkınan Türkiye ilk hedef olarak seçildi.
Bu büyük tehlike, zaman geçirilmeden bertaraf edilerek zayıflatılmalı ve ileride tamamen ortadan kaldırılmalı idi. Atatürk’ ün kurduğu Genç Türkiye Cumhuriyeti büyük bir atılım yaparak her tarafta fabrikalar, sanayi tesisleri kuruyor ve giderek güçleniyor, dışa bağımlı olmaktan kurtuluyordu.
Derhal bu işe müdahale edilmeli ve Türkiye’nin kalkınması önlenmeli idi.
Onlar bizi bizden daha iyi tanıyorlardı. Çünkü, onların yöneticileri işin başına kayırma ve nepotizm yöntemi ile değil, liyakat yöntemi ile eleman alıyor, işin uzmanlarını hak ettikleri yerlere getiriyor ve onların sözlerine kulak vererek ciddiye alıyor, işleri onların verdikleri raporlara göre planlıyorlardı.
Onlar, bizimle amansız bir savaşa girmişlerdi. Onların silahları belli idi. Bizi, bizim silahlarımızla vurmak istiyorlardı. Sahip olduğumuz değerlerimizi, bize karşı silah olarak kullanmak istiyorlardı.
Çok önemli ve değerli iki hasletimiz vardır.
İlk; milliyetimiz, ulusal kimliğimiz, aidiyetimiz.
İkincisi; dinimiz, inancımız.
Onlar, sahip olduğumuz bu değerlerimizi, bizden birileri imiş gibi okşayarak yaklaştılar, sırtımızı sıvazladılar, aramıza sızdılar. Farkına varamadık, kendi değerlerimizi bize karşı silah olarak kullandıklarını ve namlularını üstümüze doğrulttuklarını çok geç anladık. Anladığımızda iş işten geçmiş, Atatürk’ün önderliğindeki Türk Ulusu’nun tırnakları ile kazarak kurduğu fabrikalar kapatılmış, demir çelik fırınları söndürülmüş, bacaları tütmez olmuştu.
1950’li yıllarda, ilkokula başladığımda ilk öğretmenim Köy Enstitüsü mezunu Fuat Aslan idi. Adını halen unutmadım. O yıllarda okullarda tarım Bilgisi dersi okutulurdu. Şehirlisi köylüsü, tüm öğrenciler, bu ders sayesinde tarımla ilgili temel bilgilere sahip olurlardı.
SONRA NE Mİ OLDU?
Aradan yıllar geçti. Okyanus ötesinden bazı kişiler geldiler, bizi çok sevdiklerini, çok geri kaldığımızı, kalkınmamız gerektiğini, kalkınmamız için bize yardım edeceklerini söylediler. Güleç yüzlü ve çok cana yakın kimselerdi. Biz de onları dost sanmış ve çok sevmiştik.
Bize, Hollywood’un Vahşi Batı Kovboy filmleri verdiler. O, vahşi Kızılderililerin, zavallı (!) Avrupalı göçmenlere yaptığı vahşi saldırıları, Manitu’ nun Totem Direğine bağladıkları genç ve güzel kadınlara baltalar atarak nasıl işkence ettiklerini gösterdiler. Vahşi Kızılderililerin (! ) zavallı masum beyazlara yaptıkları işkencelere dayanamaz, bağırıp çağırıldık. Kızılderililer, beyaz kadını tam öldürecekken Amerikan askerlerinin Amerikan bayrağını dalgalandırarak ve borazan çalarak imdada yetişmesi ve totem direğindeki kızı kurtarması ile bir oh çeker, rahatlardık.
O zamanlar askeri, birlilerimiz henüz motorize değildi, toplar, arabalar Katana veya Haflinger atları ile çekilirdi.
Okyanus Ötesinden gelen Beyaz Adamlar dediler ki : “ Atın bu eskimiş sistemi, atları, topları, tüfekleri…
Eskiye ait neyiniz varsa hepsini atın, top- tüfek, barut, fişek fabrikalarınızı kapatın, fırınlarınızı söndürün. Biz, size bunlardan daha iyisini verelim. Hem de bedava. Siz, Matara ve matara tası, çatal kaşık yapın. Top tüfek yapmakla ne uğraşıp duruyorsunuz ki ? “
NATO Güneydoğu Avrupa Müttefik Kuvvetleri Komutanı, ABD’li Orgeneral Alexander Height, Kenan Evren’e verdiği sözü tutmayınca, Kenan Evren’in “Ne bileyim ben, ‘asker sözü’ deyince inandım” dediği gibi, zamanın Başbakanı Adnan Menderes de, Okyanus Ötesinden gelenleri gerçek dost sanarak ve onların çok tatlı sözlerine inanarak, şiddetle karşı çıkılmasına rağmen, kimseyi dinlemeden, onların tüm dediklerini yapmıştı.
Gelecek bölümde yazımı kaldığım yerden sürdüreceğim. Esen kalınız.