İki önceki yazımızda Şimdi Birlik Zamanı” diyerek Türkiyenin başlattığı Zeytindalı Harekâtı” ile kritik bir dönemden geçtiğini, bölgede çarpışan her Mehmetçiğin, 81 milyon Türk insanını arkasında görmesi gerektiğini ifade etmiştik.
Mehmetçiğin kanı üzerinden siyaset yapılmamasını, iç politikadaki tartışmaların bir süreliğine ertelenmesi bunun Türk Milleti’nin tavrını dış dünyaya göstermesi bakımından da önemli olduğunu vurgulamıştık.
Ama maalesef, huylu huyundan vazgeçmiyor: “Niza”yı siyasetin başlıca sermayesi sayanlar, birbirlerine olmadık suçlama ve hakaretler sarf ettikleri gibi bazıları da bohçacı kadın üslubu ile “Kıskananlar çatlasın” veya benzeri sözlerle bütün hafifliklerini sergilemektedirler. Beyefendi üşengeçliğinden dolayı 20 yıldır Hakkari’ye, Şırnak’a, Ardahan’a, Ağrı’ya, Van’a gitmemiş Afrin’e gidip şehit olmaktan bahsediyor.
Bir başkası ise, “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” sözünden nefret ettiğini sosyal medyada dile getiren bir haspayı partisinin yetkili organlarına seçtirmekte hiç beis görmüyor veya “Afrine’e girmeyelim” buyuruyor. İyi de Mehmetçik oraya piknik yapmaya veya golf oynamaya gitmedi ki.
Siyasi hayatımızda kavgacı, ideolojik tavır, muarızını düşman görme ve iktidar hırsını her şeyin önünde sayma iptidailiğinden bir türlü kurtulamıyoruz.
Kendisinden daha makul açıklamalar beklediğimiz Sayın Başbakan her vesile ile sözü 16 Nisan 2017 Anayasa oylamasına getirip hayır diyenlere “hain” yaftası vurmaktan geri kalmıyor. Bu milletin yüzde 49’u (bize göre yüzde 51’i) hayır dediğine göre toplumun yarısını böylesine ağır ithamlarla ötekileştirmek milli birlik anlayışıyla ne derece bağdaşmaktadır.
Meşhur atasözüdür: “Bir deli, bir kuyuya bir taş atar, kırk akıllı çıkaramaz”. Nitekim, Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyi de Afrin Harekâtı ile ilgili çok gereksiz bir ifade kullanarak yeni tartışmaları başlattı. Devlet, hükümet ve siyaset ricali içindeki akl-ı selim sahiplerinin bu kuyudan, bu taşı çıkarmalarını beklerken, durumdan vazife çıkarmayı seven birileri hiçbir şekilde kabul edilemeyecek bu demece dört elle sarılmışlardır.
Bazıları Anayasal kuruluş ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşu olan bu kurumların isimlerinin önündeki “Türk” ve “Türkiye” ibarelerinin kaldırılması doğrultusunda bir kanun taslağı hazırlandığı değişik medya organlarında haber olarak yer aldı. Ne diyelim; Erzurumlu’nun tabiriyle “Ört ki ölem”.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk Milleti uluslararası emperyalizmin doğrudan veya dolaylı saldırılarına maruz kalmıştır. Bu dönemde, dışarıya karşı açılan her türlü cephede bir “Kuvay-ı Millîye” heyecanıyla kenetlenmek gerekir. Bunun asgari şartı da “iç cepheyi tahkim etmek”ten geçmektedir. Sürüden mesul olan çobanların millî birliği, dayanışmayı, fedakârlığı, feragatı, adanmışlık duygusunu öne çıkarıp “iç barışı” takviye etmelerini beklemekteyiz.
Önünde Türk ve Türkiye ibaresi olan kurumlardan bazılarını kısaca sayalım:
Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı, Türk Tabipler Birliği, Türk Eczacılar Birliği, Türk Diş Hekimleri Birliği, Türk Veteriner Hekimleri Birliği, Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu, Türkiye Yeşilay Cemiyeti, Türkiye Muharip Gaziler Derneği, Türk Hukuk Kurumu, Türk Hukuk Enstitüsü, Türk-İş (Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu), Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği, Türkiye İşadamları ve İşkadınları Derneği (TÜSİAD), Türkiye Esnaf ve Kefalet Kooperatifleri Merkez Birliği, Türkiye Tarım Kredi Kooperatifleri Merkez Birliği, Türk Hava Yolları, Türk Patent Enstitüsü, Türkiye İstatistik Kurumu, Türk Hava Kurumu, Türk Standartları Enstitüsü, Türkiye Mimar ve Mühendis Odaları Birliği, Türkiye Barolar Birliği, Türk Ocakları, Türk Ocakları Eğitim Kültür Vakfı, Türkiye Futbol Federasyonu ve diğer bütün spor federasyonları …
“Çok abartmışsın” denilebilir. Ama az bile yazdık; daha onlarca benzeri kurum ve kuruluş vardır.
Birileri, kafayı “Türk” ibaresine takarak sözde Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyi’ni ve Türkiye Barolar Birliği’ni cezalandırma adına, eskiden beri kursaklarının bir köşesinde var olduğunu bildiğimiz “Türk” ve “Türklük” karşıtlığını sergilemeye kalkışmaktadırlar.
Burada maksadımız, Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyi’ni müdafaa etmek değildir. Afrin Harekâtı ile ilgili son demeçlerini tasvip etmemiz de katiyyen söz konusu olamaz.
Kaldı ki, bu Konsey, meşhur “Çözüm ve açılım süreçleri”nde, bölücülüğün â’lasını yaparak, Türklüğe yakışmayan tavır ve davranışlar sergilerken iktidar çevreleri bunların sırtlarını sıvazlamaktaydı.
1969 senesinde, 1136 sayılı Avukatlık Kanunu ile ihdas edilen Türkiye Barolar Birliği’nin mevcut Sayın Genel Başkanı’nın ve yönetiminin ise, hukukun üstünlüğü, hukuk devleti kurallarının yerleşmesi, yargının bağımsızlığı ve savunma mesleğinin haklarını müdafaa konusundaki mücadele ve duruşları bizce takdire şayandır.
Türk Tabipler Birliği, 1953 senesinde Türk Tabipleri Birliği Kanunu ile kurulmuştur. Mevcut haliyle sadece serbest çalışan hekimler, illerdeki tabip odalarına üye olmak mecburiyetindedirler. Kamuda çalışan hekimlerin “üyelik mecburiyeti” yoktur. Bu sebeple de bir azınlıkçı-örgütçü grup uzun yıllar öncesinden bu müesseseyi ele geçirmiştir.
Ülkücü-Milliyetçi hekimler defalarca oda seçimlerine girdiği halde, diğer sağ gruplar destek vermediği ve pek de umurlarında olmadığı için her defasında tabip odaları seçimlerini aşırı sol ve bölücü zihniyete sahip örgütçüler kazanmaktadır.
Eğer maksat, Türk Tabipler Birliği’ni bu muzır zihniyet sahiplerinin tasallutundan kurtarmak ise, yapılacak iş çok basittir. Bu aynı zamanda bir samimiyet testi olacaktır.
Bir Kanun değişikliği ile kamuda çalışan hekimlerin de tabip odalarına üyelikleri mecburi hale getirilir ve demokratik usullerle seçimler alınır: Tabip odaları da “örgüt” hüviyetinden, “teşkilat” hüviyetine kavuşturulmuş olur.
Bahis konusu diğer meslek odaları için de benzer süreçler işletilebilir. Eğer niyet başka değil ise, “Türk”, “Türkiye” ve “Türklük” isimlerinin de değiştirilmesine gerek kalmaz.
Ama endişelerimiz, niyetlerin hiç de halisane olmadığı yönündedir.
Bu isim değişikliği bir başlarsa, sadece Türk Tabipler Birliği ve Türkiye Barolar Birliği ile kalmaz, korkarız ki arkası gelir. Bunun için de Türkiye’deki bütün kamu kurumu niteliğindeki kuruluşların özellikle milliyetçi siyasetin temsilcilerinin ve Türk Milliyetçiliği’nin “bir asırlık çınarı” olduğunu iddia eden derneklerin ortak bir tavır belirleyip bu işe mani olacak bir kamuoyu oluşturmalarını ümit etmekte ve beklemekteyiz.
“Canım, bizim kuruluşumuzu ilgilendirmiyor, bana değmeyen yılan bin yaşasın” diyenlere de iki şey söylemek istiyorum:
1-Susma sustukça sıra sana gelecek!
2-Kaynayan kurbağa sendromu hatırlanmalı. (Konuyu hatırlatmakta fayda var: Eğer bir kurbağayı içinde sıvı kaynayan bir kazana atarsanız, hoop fırlar dışarı atlar, anında, tek bir hamle ile... Canını kurtarır.
Eğer kurbağayı, içinde "oda ısısında" su bulunan bir kazana yerleştirirseniz, orada durur. Bir problem algılamadığı için harekete geçmez. Kazanın altı kısık ateşte yavaş yavaş ısıtılacağı ve kurbağa ortama uyum sağlamaya çalışacağı için de sıçramaya çalışmaz. “Ohh bu sıcak bana biraz iyi geldi” diyerek rahatlar. Gevşer, hareket edemez hale gelir. "Eyvah burası çok sıcak oldu, artık çıkmam lazım" diye düşünmeye başladığı anda ise; artık zıplayacak, hoplayacak, çaba sarf edecek hali, enerjisi kalmamıştır. Usulca gelen sonu kabul etmekten başka çaresi yoktur).
Teşbihte hata olmaz denilmiştir. Teşbihim mazur görüle!
Kimse aklımızla alay etmesin. Türk Milleti olarak “alıştırıla alıştırıla haşlanan kurbağa” durumuna düşmek istemiyoruz.
Türk ve Türklük meselelerinin meşru zeminde sonuna kadar takipçisi olmaya devam edeceğiz. Ümit ederiz ki, bu yanlıştan dönülür.