Türkiye’nin değişmeyen gündemi ‘sistem arayışları’

Efendi BARUTÇU

Türkiye 16 Nisan 2017 tarihinde gerçekleştirilen “Yeni Anayasa Halkoylaması” ndan sonra -YSK’nın halen tartışılan bir kararı ile- “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adıyla -dünyada belki de ilk- bir anayasanın kabulünden itibaren 24 Haziran 2018 tarihinde genel seçimlere gidiyor. Bu seçimlerde hem yasama, yürütme ve yargı gücünü tek elde toplayacak cumhurbaşkanı seçilecek hem de sayıları 600’e çıkarılan ama denetleme gücü bir hayli zayıflamış TBMM üyeleri seçilecek.

Biz anayasa değişikliği ile ilgili görüşlerimizi “Türkiye’de Anayasa Tartışmaları” başlığı ile 6 bölüm halinde yazmıştık.*

Öteden beri Türkiye’de idari ve siyasi yapıdan kaynaklanan meselelerin "anayasa yaparak” veya "sistem değiştirerek” çözülebileceği yolunda güçlü bir gelenek oluşmuştur. Biz şimdi bu tarihi sürece ana hatlarıyla bir göz atalım ve sadece anayasa veya sistem değişikliğinin memleketin devasa meselelerinin çözümü için mucizevi reçeteler olmadığını hep birlikte görelim.

Tarihçi Prof.Dr.Şükrü Hanioğlu diyor ki:

“On dokuzuncu yüzyıl ortalarından itibaren "Kanuni Esasî"nin bütün meseleleri halledecek bir “gümüş kurşun” olduğunu düşünen, daha sonra ise yaklaşık bir buçuk asırda altı anayasa yapmakla kalmayarak bunları sürekli biçimde tadil eden, bu çerçevede "yasama yürütme dengesi"nde sonu gelmeyen ayarlamalar yapan bir toplumun "anayasa ve siyasi sistemi" kutsallaştırdığını görmekteyiz.

Tarihi tecrübelerimiz, “anayasa ve sistem” değişikliklerinin idari ve siyasi yapıdan kaynaklanan meselelerin çözülmesinde sınırlı bir tesir icra ettiğini ortaya koymaktadır. Bir buçuk asırdır, siyasi tartışmalarımızın “Anayasa”, “sistem” değişimine odaklanması, fetişleştirmenin yanı sıra bunların “amaç” haline getirilmesine, “Anayasa” ve “sistem”in bir demokrasinin araçları olduğunun göz ardı edilmesine de sebep olmaktadır.”(Bkz.Sabah Gazetesi 05.03.2017 tarihli makale)

Sadrazam Mithat Paşa, 1876’da “constitution” kanununun her derde deva olduğu, Avrupa’da teknik ve terakkinin bile onun neticesi bulunduğunu, meşrutiyetin ilanıyla Osmanlı Devleti’nin de bir anda İngiltere kadar kuvvetleneceğini yazmıştır..

Meşrutiyet ikinci defa 1908’de ilân edilirken ittihatçılar meselelerin halledileceğine samimiyetle inanmışlardı. Meşruti idare yeniden yürürlüğe konulduğu taktirde bütün ahalinin, Müslüman ve Hıristiyan unsurların devlete sadakatle bağlı kalacağına kaniydiler.“

Hıristiyan unsurların hepsi bir yıl bile geçmeden siyasi projelerini ardarda hayata geçirdiler. Devlet-i Aliye’nin sadık tebaası olarak ortada millî kimliklerini, diğer unsurları rencide etme kaygısıyla telaffuzdan bile çekinen Türkler kaldı.

II.Meşrutiyet’in ilanında önemli rol oynayan İttihat ve Terakki’nin liderlerinden  Sadrazam Said Halim Paşa( 6 Aralık 1921 yılında Roma’da Ermeni  militanlaca şehit edildi.) Buhranlarımız isimli eserinde şöyle demektedir:

“Bu suretle, 1876 Anayasası layık olmadığı derecede önemsenerek ve adeta tanınmayacak derecede değiştirilerek, Osmanlı meşrutiyeti vücuda getirildi.

Kanun-i Esasi’nin Sultan II.Abdulhamit’in idaresine son vereceği hakkındaki ümitler boşa çıkmadı. Gerçekten de bu anayasanın ilanı ile beraber o idare yıkıldı gitti. Fakat memleketin saadete kavuşacağına dair beslenen ümitler gerçekleşmedi… Halbuki Kanun-i Esasi’nin ilanı ne kadar ümitler ve hayaller uyandırmıştı. İlan edilir edilmez, herkes, hayal ettiği gayenin hasıl olduğu zannına düşmüştü… bizler bu sayede hür insanlar, faziletli, iffetli ve doğru vatandaşlar sırasına gireceğimiz ümit etmiştik.

Anayasanın, cemiyetimizin siyasi ve iktisadi durumunu akşama sabaha değiştirecek mucizeli bir kudrete sahip olduğunu; pek bayağı olan iç çekişmelerimizi bize unutturacağını ve hepimizi yalnız Osmanlı vatanının şan ve azametini düşüne necip ve büyük bir Osmanlı ailesi halinde birleştirip kaynaştıracağını ummuştuk.

Yazık ki daha ilk seneden itibaren bütün bu tatlı ümitler ve güzel hayaller uçup gitti. Anayasamızın bize bahşettiği haklar ve serbestlik, Sultan Hamid idaresinin fevkalade artırdığı kötü alışkanlıklarımızı, çekinmeden tatbik etmekliğimizden başka bir netice vermedi.

 Bu halin sosyal bakımdan tesiri ise şöyle oldu: usuller, adetler, sınıflar ve sosyal tabakalar ortadan kalkarak tam bir hercümerç meydana geldi. En ileri ve mesut milletler derecesinde haklara sahip olmak gibi çocukça bir arzu, bizi daha aşırı iddialara götürdükçe götürüp hırs ve iştahımızı artırmış olduğundan, maddi durumumuza hiç tahammül edemez olduk.

Herkes daha fazla huzur ve selamete kavuşacağını ummuştu. Aksine olarak herkesin huzursuzluğu arttı ve kendisini eskisinden daha fazla fenalığa uğramış buldu. Çünkü herkes cüretini artırmış başkasını hakkına hiç çekinmeden tecavüz etmeye başlamıştı. (Sanki günümüz Türkiye’sini anlatıyor..E.B) )

1877-78 yıllarının yürütme karşısında neredeyse hiç gücü bulunmayan, "Kabine Hükûmeti Sistemi"nin sınırlı denetim yapan Meclis-i Mebusan’ından, 1920-22 döneminin konvansiyonel meclisine, yürütmenin 1878-1908 arasında re'sen (istizan olmaksızın sâdır olan) irade-i seniyeler, 1913-18 döneminde ise kavânin-i muvakkateler (geçici kanunlar) aracılığıyla fiilen yasama faaliyetini de icra ettiği yapılanmalardan, 1961-80 parantezinde hükûmetin özerk kurumlarla kuşatılarak "iktidarın muktedir kılınmadığı" düzene ulaşan bir yelpazedeki uygulamalara rağmen meselelerin halledilemediği görülmüştür. Diğer bir ifadeyle "yürütme ile yasama arasında akla gelebilecek tüm dengeler" in denenmesi meselelerimizi çözememiştir.

1961 anayasası cumhuriyet döneminde yeni bir Anayasa’nın her derde deva olabileceği inancıyla yapılan iddialı bir teşebbüstür. O dönemin Milli Birlik Komitesi üyesi merhum Dündar Taşer’e kulak verelim:

“1960 hareketinde biz, on seneden beri propagandası yapılan Anayasa değişikliği ile bir şeyler yapılacağını, bir ilerici hamleye vücut verebileceğimizi sanıyorduk. İtiraf edeyim ki, ben de bu telakkide idim. Herhangi iyi bir anayasa yapılırsa, ileri memleketlerin seviyesine gidebilecek bir yola gireriz sanıyordum. Bu telakkiyi kınamayın. Çünkü bizim münevverlerimizin umumi kanaati budur. Bir ileri anayasaya sahip olursak, büyük devletlerin seviyesine geliriz. Zann’ı hala aydınlarımızın ekseriyesinin düşüncesidir. Bu garip oyuncakla oynayıp duruyoruz. Bunun içindir ki, 1960 hareketinin ertesi günü İstanbul’dan bir profesör heyetini davet ettik. ‘Bize bir anayasa yapın.’ Teklifinde bulunduk. Onlar: ‘Nasıl bir anayasa istiyorsunuz?’ diye sordular. İşte bu soru, beni uyandıran bir cümle oldu. ‘Nasıl bir anayasa istiyorsunuz?’ Allah Allah, benim istediğim mi anayasa olacak? Öyle ise size ne lüzum var?” (Ziya Nur, Dündar Taşer’in Büyük Türkiye’si, Ötüken Yayınevi)

 

Yaşanan sıkıntıların 1924 Anayasası’nın kusurlarından ileri geldiği düşüncesiyle köklü bir reform yapılmasının önü açılmıştı. Bu amaçla yürütülen çalışmalar sonucunda kuvvetler ayrılığı sistemi güçlendirildi, çift meclis kuruldu. Yasama ve yürütme organlarıyla yargı arasındaki ilişkiler netleştirilerek yargı bağımsızlığı sağlandı. Anayasa mahkemesi kurularak, Danıştay’ın yetkileri genişletilip idarenin bütün karar ve işlemlerinin, kanunların uygulanmasının Anayasa’ya uygunluğu denetim altına alındı. Ancak bir süre sonra teorik olarak mükemmel görünen düzenlemelerin gerçek hayata uygulamada yetersiz kaldığı fark edildi.

İleri ölçüde liberal bir anlayışın ürünü olan yeni anayasal sistemin (1961 Anayasası), devlet çarkının işleyişini ciddi şekilde engellediği, giderek tırmanan sosyal ve siyasi çalkantılarda bunun rolünün olduğu görüldü.

1971 muhtırasıyla kurulan askerî vesayet hükümetinin ilk yaptığı işlerden birisi devlet mekanizmasının çalışır hale gelmesini temin etmek, Anayasa Mahkemesi’nin rolünü kanunlarla belirlenen çerçeveyle sınırlandırmak üzere Anayasa’da önemli değişiklikler yapmak oldu.

12 Eylül 1980 darbesini yapan askerî yönetim, yeni bir anayasa yapmak üzere Danışma Meclisi’ni kurarken, bu tarihe kadar yaşanan sıkıntıların binlerce cana mal olan anarşinin esas sebebinin 1961 Anayasası’nın yetersizliği olduğuna inanıyor, Türkiye’nin huzurlu ve istikrarlı bir yapıya kavuşması için bu eksikliği telafi etmeyi düşünüyordu.

Aradan 35 yıl geçtikten sonra, daha önce yaşanan tecrübelerde olduğu gibi ideal olduğuna inanılan Anayasa’nın beklentilere cevap vermediği, ihtiyaçları karşılamadığı, gelişen ve büyüyen Türkiye’ye dar geldiği ortaya çıktı. Yeniden başa döndük.

2010’lu yıllara gelindiğinde ülkenin ve dünyanın içinde bulunduğu sosyal, siyasi ve ekonomik şartlara, toplumun ihtiyaçlarına cevap veren, parlamenter, demokratik düzenin oluşumunu ve aksamadan işleyişini sağlayan, hak ve hürriyetleri teminat altına alan mükemmel bir anayasaya sahip olmamız hususunda sosyal bir mutabakat oluşmuş görünüyordu. Ancak ilk Anayasa’nın ilan tarihi olan 1876’dan beri, 141 yıldır bu konuda yaşadığımız tecrübeler gösteriyor ki, yeni anayasa arzusunun her seferinde fetiş (kutsallaştırılma) haline getirilmesi, bununla bütün problemlerimizin çözüleceğinin düşünülmesinin son derece de yanlış olduğu yaşanan zaman içerisinde görülmüştür.

Söylemek istediğimiz "anayasa" ve "siyasal sistem"in ehemmiyetli olmadığı değildir.
1982 Anayasası'nın yerine fert merkezli, hürriyetçi bir toplum sözleşmesinin geçirilmesi, kanuni altyapının oluşturulmasıyla geniş alanların "güç" ve "karizma" yerine titizlikle uyulan kurallar ile belirlenmesi şüphesiz önemlidir. Ancak bunlar meselelerimizi çözme alanında mucize yaratamazlar. Meseleler "anayasa yapılarak" çözülebilse 1876 sonrasında ortalama her yirmi sekiz yıla bir “toplum sözleşmesi” sıkıştıran, bunlar üzerinde de sayısız değişiklikler yapan toplumumuz, bütün meselelerini halletmiş olurdu. Benzer şekilde "sistem" sihirli değnek etkisi yaratabilse, aynı siyasi sistemin uygulandığı ülkelerin demokrasileri birbirini andırırdı.

“Günümüzde de Türkiye kısa süre içinde gerçekleşecek sistem değişikliği seçimlerine bu bilinçle yaklaşmalı, yapıdan kaynaklanan sıkıntıların, 24 Haziran sonrasında da gündemimizde olacağını gözden uzak tutmamalıdır.” Bu tarz bir yanılgıya yeniden düşülmesi durumunda, milletimiz geçmişte yaşadıklarımıza benzer yeni hayal kırıklıklarıyla karşı karşıya kalabilir. Türkiye’nin mevcut sosyal ve siyasi sıkıntıları artarak devam eder. Sistemler ve Anayasalar, sonuçta kanuni birer metinlerdir. Bu metinlere kutsiyet izafe etmek son derece yanlış olur.

Bir başka endişemizde OHAL şartlarında yapılacak olan bir genel seçimin, tıpkı 16 Nisan 2017 Anayasa oylanmasından dolayı ortaya çıkan tartışmalar gibi sürekli olarak tartışılacak olmasıdır.

Ümit ederiz ki milletimiz çok acımasız, çok adaletsiz, fikir ve ahlakın yerlerde süründüğü bu seçim kampanyası neticesinde en doğru kararı verecektir.

*http://www.ulkucukadro.com/2017/03/turkiyede-anayasa-tartismalari-1/

http://www.ulkucukadro.com/2017/04/turkiyede-anayasa-tartismalari-2/

http://www.ulkucukadro.com/2017/04/turkiyede-anayasa-tartismalari-3/

http://www.ulkucudunya.com/index.php?page=yazar-yazi-detay&yazi=933

http://www.ulkucudunya.com/index.php?page=yazar-yazi-detay&yazi=934

http://www.ulkucudunya.com/index.php?page=yazar-yazi-detay&yazi=935

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.