Gülümseyerek değneğine yaslandı Hacı Mustafa.
Kurtuluş Savaşında Süvari Kolordusu komutanı General Fahrettin Altay Paşa komutasında süvari neferliği yapmıştı. 30 Ağustos Meydan Muharebesinde atıyla Yunan ordularını harmanladığını, bir defasında Yunan Başkumandanı Trikopis’in çadırının önünden bile bilmeden yel gibi gelip geçtiklerini anlatırken gülümserdi.
“Uşşak taraflarındayız. Kumandanımız Fahrettin Paşa. Benim at sersem bir kurşunla vuruldu. Ağladım başında. Günlerce, aylarca beraberiz. Savaşta, dağda, ovada, ordugâhta kısacası her yerde, yahu bir de anladım ki, atı olmayan süvari askeri, donsuz kalmış bir adama benzemekte. Dımdızlak kaldım ortalık yerde. Yanımdan bir süvari zabiti atıyla geçmekteyken her nasılsa yavaşlayıverdi. Kendimi atının terkisine attım, Zabit bir yandan atını koşması için kırbaçlamakta, bir yandan da beni düşürmek için kırbaçları ayaklarıma yapıştırmakta. Neyse atın terkisinden düştüm. Bakınırken bir de ne görüverem, az ötemde Yunanın top çeken katana cinsi atlarından biri. Zorla çektim atladım üstüne. Katanayı dehledim, Allah’ın yarattığı mübarek hayvan amma düşman kanı var sanki benim çektiğim, çevirdiğim yana değil de kefere birliklerine doğru yönelmekte. Bir de koşmaya başladı. Baktım ki karşıda kefere birlikleri, gömgök bayraklarına gözüm ilişiverdi. Katana da oraya doğru koşmakta, dur, durak bilmiyor. Allah seni inandırsın, önümde beliriveren dere üstündeki küçücük köprüden kendimi aşağı fırlattım.” Comburt “diye derenin içine. Karşıdan Yunan kefereleri ne çabuk görüverdiler, derenin kıyısından çalıların, suyun içine kurşun yağdırmaya başladılar. Ömür varmış. Öldürmeyen Allah öldürmüyor. Bir kayacığın ardına düşmüşüm, kıpırdamadan bekledim. Akşam karanlığında sürünerek çıktım, kurtuldum. Ertesi gün, yeni at verdiler. Süvarisi şehit düşen bir at tabi ki. Karşıda düşman makinelileri, hücuma kalkan bizim askerlerimizi arpa destesi gibi biçmekteler. Fahrettin Paşanın emriyle iki koldan yanlardan bindirme yaptık, atımda çok eyi çıktı. O da savaşmakta benimle birlikte. Düşmanı arkadan vuruyoruz, şaşırıyorlar.
Bir defasında zorlanıyoruz, karşı dağın yamacından bizim öteki süvari grubu görünüverdi. İçim titredi, bir hoş oldum. Dünyaları yıkasım geldi. Önde al bayrak. Bir de hafifçe esen poyrazdan efil efil sallanıp da savrulmakta, dalgalanmakta ki…
Bizim kumandan,
“Haydi, Arkadaşlar, Allah, Muhammed aşkına!” diyerek öyle bir bağırdı ki, atlı süvari grubunun iki yandan saldırması, kefereleri şaşırttı. Ortadaki birliklerimizi rahatlatıverdi. Kefereleri, hani gürül gürül akmakta olan bir dereden atla sudan geçersin ya da harman yerinde sapları dağıttırırsın ya öyle savurmaktayız.
”Allah, Allah” nidaları ortalığı inletmekteyiz. Yunan, ne yapacağını şaşırmış, oraya buraya koşturmaya başladılar. Önümüze katıp başladık kovalamaya. Ara, ara saldırmaya kalksalar da nafile. Yol boylarında kara dumanlar yükselmeye başladı. Bir köyden geçiyoruz, kadınları, çocukları öldürmüşler, öldürmüşler de…
Öldürmüşler, öldürmüşler…”
Hacı Mustafa, birden ayağa kalkar, o günleri yaşarcasına, elleriyle atın dizginlerini asılırcasına anlatmakta, kendini kaptırmış, titremekte, bağırmaktaydı, birden ağlamaya başladı.
Hıçkırıklara boğuldu.
Anlatamaz oldu.
Elleriyle gözyaşlarını sildi…
Usulca sandalyesine oturdu.