Herkes kendisine ait bir gerekçe taşır şehirlerde yaşamaktan. Kimisi iş, kimisi eş, kimisi doğuştan sahip olduğu "şehirli" kimliğinden dolayı buradadır. Ama şehirler, edilgen kimlikleriyle dünyada kendilerine ait rollerini kuruldukları tarihten beri sürdüregelmektedirler. Ancak, onlar rollerini insansız oynayamazlar. İnsan ve şehir o kadar iç içe geçmiştir ki yollarında, caddelerinde, mahallelerinde kendimize ait bir şeyler bulmamız hep bu birbirine girmiş girift ilişkinin sonucudur.
Dünyada son iki yüz yıldır artarak süren köyden kente bilinçsiz göç; düzensiz kentleşmelere, kozmopolitleşmeye, güvenlik sorunlarına ve büyük iş gücü kayıplarına yol açmaktadır. Bunun yanında , bugün boşalan köylerin, işlenmeyen veya kullanılmayan arazilerin ne olacağıyla ilgili çok ciddî endîşeler mevcuttur. Ömürlerinde hiç köy görmemiş genç ve tecrübesiz neslin bunları işlemesini beklemek hayal olacaktır. Bu da işin başka bir boyutunu oluşturmaktadır.
Bugünün ruhtan, zevkten, huzurdan yoksun şehirleşmesinden bir çok insan şikayet etmekte. Ancak herkes bilir ki, şehirleşme insanların bir arada yaşama ihtiyacından doğmuştur ve insana yaraşır bir çevre onun vaz geçilmezidir. Bu yüzden kültür , sanat ve birlikte yaşama iradesi şehirlerin binalarından önce temellerine döşenmiş harçlarıdır. Şehirleri son zamanlarda bu kadar yaşanmaz yapan, kuruluş amaçlarına gösterilen duyarsızlıklardır. Şimdilerde sıkça şahit olmaya başladığımız, asırlar öncesinde elimizden çıkan ve başka ülkelerin can damarı olan şehirlerde hâlâ Türk izlerinin yaşamasının sebebi, ecdadımızın o yerlerde bıraktığı kültür eserlerinin yanında, birlikte yaşama kültürüne ve insana insan olduğu için değer verme felsefesine borçluyuz.
Sırp yazar İvo Andriç’in(1892-1975) "Drina Köprüsü" adlı 1961 Nobel Barış Ödüllü romanını okuyanlarımız iyi bilir. Bosna’nın Vişegrad kasabasında, Sokullu Mehmet Paşa devrinden 1. Dünya Savaşına kadar süren bir devir, sanki bir kaç yıl gibi bir zamana sıkıştırılmış ve olaylar hep adı geçen köprünün etrafında yaşanmıştır. Burada yüz yllara rağmen insanlar hep birbirlerinin kopyası gibidirler. Müslüman, Hristiyan ve Yahudiler, hepsi bir vücudun organları misali birbirine bağlanmışlardır ve en büyük şoku 1878’de Avusturya- Macaristan’ın bölgeyi işgaliyle yaşamışlardır.
Bugün bir şehirde, bir mahallede hatta bir apartmanda dahi geçinemeyen, diğer insanların, dolayısıyla kendisinin hayatını çekilmez yapan bugünkü insanlığın bu romandan alacakları çok dersler vardır. Dersin kaynağı da tarihimizdir.
Öyle şehirlerimiz vardır ki adı anıldığında önce kahramanları akla gelir. Çoğumuz İstanbul denince Sultan Fatih’i, Konya denince Mevlânâ’yı , Erzurum deyince de Nene Hatun’u hatırlarız ister istemez. Çünkü her şehrin bir ruhu, bir mayası vardır. Her biri bugünlere bu ruh ve maya ile şekillenegelmişlerdir.
Küreselleşme hastalığının insanları sürüklediği tek tip insan üretme projeleri maalesef insanlarımız üzerinde de tesirini göstermiş ve şehirlerimizin genetiğini oluşturan kültürel birikimler, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardır. Şehirleşmeden "betonlaşma" yı anlayan zihniyet, şehir kültürünü de sağlıklı bir seviyeye oturtamamıştır. Bugün, bir çok güzel örneğe rağmen, bırakın çocukların oyun oynayacakları alanları, iki kişinin yan yana yürüyemeyeceği kaldırımın ortasına ağaç dikerek, ülkeyi yeşil alana kavuşturduğunu sanan ve karı kocayı bile arka arkaya yürümeye zorlayan şehircilik(!) anlayışıyla şehirlere nasıl bir kimlik kazandıracağız? Bu ortamda görme engellilere yön gösteren yürüyüş bandı üzerine araba park eden insanlara, insanca yaşamasını kim öğretecek? Bilgisayar kültürü ile yetişen genç nesle yaşadığı toprağın, taşın değerini, şehrin ruhunu kim kavratacak?
Şehirler, ülkelerin organlarıdır. Bütün gelişmiş kimliğimizin laboratuarı olan bu yerlerimiz, ruhunu kaybetmeden, geleceğe, yani geleceğin insanına yatırım yapmak zorundadır. Bizimle beraber başka dillerde de kullanılan medeniyet sözü, "şehirleşme" demektir. Şehirleşmeyi gerçek anlamda tamamlamayan milletlere ise geleceğin dünyasında yer olmayacaktır.