“Osmanlı’nın son dönem aydınları inanmışlıkları ve inançları uğruna rahatlarını hatta hayatlarını verebilişleriyle gerçek ülkücülerdir. “Eğer bir nesil bir imparatorluğu kurtarmaya yetseydi o mübarek nesil birden fazlasını omuzlayabilirdi. Ama tarihin kanunu bu değildir. Ve onlar sönen kibritin son aleviydiler. Ve o kadar parlak ve coşkun, tarihin içinden aktılar. Yürekleri büyük insanlardı, hayalleri kadar, fedakârlıkları da gerçekleri aşıyordu. İşte Cumhuriyet, işte Türkistan milli mücadeleleri, işte Teşkilatı Mahsusa ve sayısız, isimsiz kahramanlar… Çanakkale’den Galiçya’ya, Medine’den Kudüs’e, Sakarya’dan Tanrı Dağları’na kadar her yerde oldular; Yemen’de kırıldılar, Sarıkamış’ta dondular, Irak Cephesi’nde tifodan, tifüsten öldüler ve hep dimdik yürüdüler. Onların bize bıraktıkları, cumhuriyet kadar değerli bu tavır, bu üsluptur. Onlar bir hilal uğruna batan güneşlerdi; bizim dedelerimizdi. Tarihimizin ve kültürümüzün bu yalçın kayalarını rahmet ve minnetle anıyoruz.”
Bu büyük kahramanlardan birisi de Devleti Aliyye’nin son yıllarında tesirli olan asker ve siyaset adamı Enver Paşa’dır. Enver Paşa’nın 1908'de Makedonya dağlarında 'Kahraman-ı Hürriyet' olarak yıldızlaşan hayat macerası, 4 Ağustos 1922'de, Türkistan'da Pamir dağları eteklerindeki Çegan tepesinde yiğitçe dövüşürken Bolşeviklere karşı yapılan bir çarpışmada üzerine açılan mitralyöz ateşiyle şehit olarak bitiyor.
“Enver Paşa Osmanlı son neslinin simgesiydi. Onlar, Türk tarihinin belki de en ağır ve zor bir çeyrek yüzyılının sorumluluğunu omuzlayıp hayatlarını, avuçlarında bir kor yığını gibi taşıyarak yaşadılar. Başarılı olamadılar; hatta, koca Devlet-i Aliyye onların kollarında can verdi ama, Cumhuriyet de onların kollarında doğdu. Ülkücüydüler; Her zaman, uğrunda can verecekleri bir iddiaları oldu; coşkun yaşadılar ve gerektiğinde gözlerini kırpmadan ölmesini bildiler. Yüz binlerce şehit veren başka hangi nesil yaşamıştır?
Yükselişin olduğu gibi çöküşün de kahramanları vardır. Bunların hayatı daha destansı ve trajiktir. Çöküşün kahramanları en büyük fedakarlıklarla ve sarsılmaz imanlarıyla, nice yıkılmalar ve acılar bahasına, sonunda hayatlarını öne sürerek görevlerini yapanlardır ve Enver Paşa’nın neslinde bu insanlar o kadar çoktur ki bu kahramanların varlığıyla imparatorluğun çöküşünü birlikte izlemek şaşırtıcıdır ve insanı isyana götürür.
Her türlü hayat mutluluğunu feda ederek, sonunda hayatını pazara sürerek yapılan bu mücadelelere bu eşsiz insanlara rağmen Devlet-i Ali Osman’ın çökmesi haksızlık gibi görünür…
Bu insanları değerlendirmek de kolay değildir, bunlar çöküşün kahramanıydılar, yürekleri dağ gibi idi; Hayalleri de öyle… Asla küçük düşünmüyorlardı. Yüce devleti kurtarmak için, her biri imparatorluğun uzak köşesinde can teslim ederken, hayalleri sadece Turan’ı kurmak değil, bütün bir İslam alemini Batı’ya karşı ayağa kaldırmaktı. Yani, ülkesi ve devletiyle kendisini kurtarabilmek için ateşlere atılırken, bütün Müslüman dünyayı kurtarmayı düşünüyor ve bunun heyecanı ile sarsılıyorlardı. Büyük düşünmek, büyük rüyalar görmek, büyük yürekli olmak, büyük zamanların tezahürleridir; Halbuki bunlar çöküyorlardı ve çökerken bile yüreklerinde ve kafalarında bu büyüklükleri terk etmiyorlardı.”
Büyük bir imparatorluğu kaybetmiş olmanın nedenlerini, ekonomi politik boyutlarını, felsefesini, jeopolitiğini, psikolojisini, sosyolojisini düşünmeyen, analiz etmeyen ve her kötülüğü kişilere, gruplara, iç ve dış güçlere, ya da aynı anlama gelmek üzere kadere bağlayan bakış açısının en somut ve uç örneği, bu konudaki ittifakla sergileniyordu. Eh, bu kadar kesin bir icma olduğuna göre, bizlere de ezberleri tekrarlamak düşüyordu.
“Abdülhamit Osmanlı'yı ayakta tutmaya çalışıyordu, İttihatçılar ise yere düşen büyük bir kütleyi can havliyle ayağa kaldırmaya çabalıyorlardı ama altında kaldılar. Gönül isterdi ki Abdülhamid'in ihtiyatlılığı ve bilgeliğiyle “İttihatçılar”ın gençliği, coşkusu, enerjisi bir araya gelsin. Olmadı işte.” Çünkü tarihte geç kalmışlığın askeri olmayan sebepleri, askeri bir tarım imparatorluğunun üzerine çökerek felç etmişti. Bu şartlarda yapılabilecek olan en anlamlı şey, II. Abdulhamit ile başlayıp Mustafa Kemal ile noktalanan dönem boyunca yapılmış olandı; yani çöküşü düşmana pahalıya ödetmek ve elde tutulabilecek olanı sonuna kadar tutmak. II. Abdulhamit ve Enver, pahalı ödetilen bir bedel yarattı ve bu sayede Mustafa Kemal, elde kalan üzerinden yeni bir sayfa açtı.
Enver Bey Trablusgarp’a giderken notlarında şöyle yazıyor: “Vazifem bu sefer beni hiçbir maddi netice alamayacağım bir gayeye doğru götürüyor. Trablus, zavallı memleket şimdilik kaybettik -belki de ebediyen-. Peki, o zaman niye gidiyorum? İslam dünyasının bizden beklediği bir ahlaki görevi yerine getirmek için.”
Bu satırlar sadece kendisinin değil, bütün o kahraman neslin sorumluluk şuurunun ve haysiyetinin yüksekliğini göstermektedir. İşte Enver Bey, ömrünün sonuna kadar budur.
O Enver ki daha 30 yaşındadır ve Osmanlı sarayına damattır önünde koca bir ömür ve nice parlak rüyalar vardır… Dünya tarihinde, böyle bir sorumluluk duygusuyla geleceğini, bütün ümitlerini ve hayatını çıkmaz bir davaya adayıp kendini Trablus çöllerine atan kaç insan yaşamıştır?... Aynı Enver Bey kendisini bu işten vazgeçirmeye çalışan Talat Bey ve İttihat Terakki’nin Genel Sekreteri Halil Menteş’e hiç tereddüt etmeden cevap verir, “Ben ve arkadaşlarım sizler gibi düşünmüyoruz bir vatan parçası, ona bağlı olanlar hayatta nefes aldıkça, elleri silah tuttukça ve atacak kurşun da varsa, utanç içinde terk edilemez. Biz Trablusgarp’ı Türk ordusunun şeref ve haysiyet sahibi mensupları olarak sonuna kadar savunacağız. Sizden de hükümet olarak beklediğimiz, bize engel olmamanızdır. İşte o kadar…” (Bu cevap aynı zamanda yüz yıl sonra 22 Şubat 2015 tarihinde Suriye sınırları içerisinde fakat vatan toprağı olan Süleyman Şah Türbesini üç paralık terör örgütünden korkarak utanç verici bir kararla Türkiye’ye taşıyanlara da verilmiş tokat gibi bir cevaptır.)
Şüphesiz ki maksadımız İttihat Terakki’yi kutsamak veya hareketin önderlerini hatadan günahtan münezzeh saymak değildir. Onlar da insandır elbette ki hataları günahları olmuştur. Tecrübeleri, idealleri ve yürekleri kadar büyük değildir ama samimi vatanperverliklerinden ve kıblelerinin doğruluğundan kimse şüphe etmemelidir.
Bu ülkeye, vatana ve millete sonuna kadar bağlı oldukları hayatlarının sonuna kadar verdikleri mücadele ile sabit kadroların birileri tarafından kullanılmış olmaları ne kadar mümkündür? İnsafsızlık o boyuttadır ki, Osmanlı'yı kurtarmak için ölümüne kavgaya tutuşanlara Osmanlıyı yıktılar denmiş, bir büyük direnme azmine sürekli çamur atılmıştır. Çünkü onlar artık yoktur ve onların davalarını güdecek bütün objektif şartlar teker teker temizlenmiştir.
Tarih, yenenlerin lehine yazılır ve ayakta kalanlar ölenleri suçlar. Hiç kimse de gerçeği merak etmez. Artık dışarıda kazanan İngiltere'nin, içerde ise İttihatçıların tasfiyesi sonrası egemen olanların kendilerine yonttukları bir tarih vardır. Artık 'Enver' deyince "Sarıkamış’ta 90 bin asker" yalanı tekrarlanır. Ancak bu kara propagandanın aksine Genelkurmay harp tarihi kayıtları ve bilimsel tarihi eserler bunun aksini yazmakta ve bu harekatta bizim kayıp, hastalık, donarak ve muharebe esnasında şehit olanların toplam sayısının 30 bini geçmediği belirtilmektedir. Bunun sorumlusu Enver Paşa ya da başkası değil, Savaşın acımasız gerçekliğidir. Rusların ise muharebe esnasında en az 19 bin kayıp verdiklerini tarihçi İlber Ortaylı Hoca ifade etmiştir.
Enver Paşa Türkistan’a giderken, buralarda böyle bir mücadelenin imkânsız olduğunu söyleyen Hacı Sami’ye şu cevabı verir: “Uzun zamanlardan beri Türkistan Türklüğü ile Osmanlı Türklüğü arasındaki irtibat kopmuştur. Ben, Osmanlı ordularının Başkomutanının ve İslam Halifesinin damadı olarak oraya gelir ve Türkistan’ın bağımsızlığı uğruna ölürsem, bu köprüyü kurmuş oluruz.”
Daha sonra da Zeki Velidi Togan’a şunları söyleyecektir: “Muvaffak olamazsak hiç olmazsa cesedimi buralarda bırakmakla Türklüğün istikbaline hizmet etmiş olurum.”
*Yarın devam edeceğiz…