Kimine göre bir zorunluluk, kimine göre bir baskı aracı, kimine göre de toplum halinde yaşamanın olmazsa olmaz şartı “gücü elinde bulundurma” olarak ifade edebileceğimiz, insanlık kadar bu eski kavram, beğensek de beğenmesek de bir arada yaşama kültürünün temel direği olarak kalmaya devam edecektir.
Aslında, dikkatlice bakıldığında tabiatta hiçbir canlının başsız veya başıboş olarak yaşamadıklarına, kendilerine bir baş aradıklarına şahit oluruz. Ormanlarda sürü halinde yaşayan hayvanlar güç yoluyla lider olurlar, sürünün gerisi bu güce uyar, itaat eder. Gökyüzündeki kuşlarda hatta denizlerdeki canlılarda da durum farklı değildir. Biyolojik hayat, bunun canlı örnekleriyle doludur. Çünkü bir lider etrafında yaşamak, kâinattaki bütün canlılar için hep vardır.
Bugün insan toplulukları olarak güvenli yaşamamızı kurumlar, kuruluşlar, kurumlar arası sözleşmeler veya uluslararası anlaşmalardan çok, bu güvenceleri garanti eden güçlere borçluyuz. Bu güç, haklının elinden tutan, güçsüzü koruyan, kendisine sığınılan, güvenilen, yaptırım gücü olan insan faktörüdür. En eski çağlardan beri bu hep böyle kabul edile gelmiştir. Şekil ve uygulamada başka başka olsa da nihayetinde, bu gücü kabul etme ve bağlanma hep vardır.
Otoritenin en yüksek temsil yeri hiç şüphesiz ki devlet kurumudur. Dilimize pelesenk olmuş “ Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” atasözümüz bunun halkta karşılığını bulmuş ifadesidir..Yine padişah şairlerimizden Kanuni Sultan Süleyman (Muhibbî) “ Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi” mısrasıyla başlayan gazelinde bunu ne güzel özetler.
Burada problem daha çok gücün nasıl kullanılacağı ile ilgilidir. Tarih boyunca monarşi, oligarşi, demokrasi; demagog, tiran, diktatör arasında gidip gelen insanlık, hiçbir zaman sürekli kalıcı, sağlıklı bir ideolojiyi bulamamıştır. Son yüz yılın hâkim yönetilme biçimi olan Demokrasi her toplumda farklı bir kimlikle karşımıza çıkmaktadır. Ne yazık ki birçok ülkede bu kavram, çoğunluğun azınlığa tahakkümü gibi algılanmakta, az kişilerin dile getirdiği doğrular dikkate alınmamaktadır.
Ancak sadece devletin değil, insanın hayat sürdüğü her yerde otoriteye ihtiyaç vardır. Bu yüzden gücü elinde tutanlara toplumlar teslim olmuş, gücü hak yolunda kullananlar olduğu gibi, “ Güçlü olan haklıdır” mantığıyla kimileri, insanlığa büyük acılar yaşatmıştır. Bunun sonucu olarak da bilinen tarih boyunca ülkeler, kendi içlerinde büyük güç savaşlarına sahne olmuştur. Darbeler, başkaldırmalar, ihtilaller her zaman yaşana gelmiştir.
Yokluğunda her şeyin allak bullak olacağını bildiğimiz otoriteden şikâyet etmek de çok eskilerden beri süregelen alışkanlıklarımızdandır. Bu şikâyet edilen veya karşı çıkılan güç, Hazret-i İbrahim’in karşısında Nemrut, Hazret-i Musa’nın karşısında Firavun, Hazret-i Muhammed(ASV)’in karşısında Ebu Cehil, Avrupa tarihinde Roma, Afrika ve Amerika tarihinde Beyaz Adam olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü bu netameli güç, insanlığın her döneminde, kontrol etmek, sindirmek, sömürmek için bir araç olarak da kullanıldı çoğu zaman. Birçok katliam, yakma, yıkma, sürme olayları, bu kudretli idareleri elinde bulunduranların, gücü yanlış ve haksız kullanılmasından başka bir şey değildir.
Yönetilenler, zamanla, yaşadığı acı tarihî tecrübelerden sonra, yönetimlerde halkın gücünü arttırmış, keyfiliği azaltıcı tedbirler aldırmış ve haklarını devletlere kabul ettirmişlerdir. Ancak halkın temsilcilerinin yanında, dünyada çok büyük roller üstlenen ve devletlerin konumunu ve fonksiyonlarını sarsmaya başlayan uluslar arası sermayeler, güç odakları, devletleri idare edenlerin otoritelerine de ortak olmaya başlamışlardır. Bunu sağlamak için, akıl, para, güç vb. her türlü meşru veya gayri meşru aracı kullanmakta ve bunda bir sakınca görmemektedirler.
Bu dönemde, her türlü düşünce ve teamül hedef alınmakta, sistemin gevşetilmesi, kanunların hafifletilmesi, yerleşik inanç ve geleneklerin zayıflatılması için yoğun kampanyalar yapılmaktadır. İnsanlar, iletişim sektöründeki gelişmelerin maksat dışı kullanılmasıyla tembelliğe sürüklenmekte, çocuk ve genç neslin inançları alt üst olmakta, manevi değerler ağır yaralar almaktadır. İnsanların devletlerine olan güvenleri kaybolmakta; din, aile, toplum ve dünyaya bakışları değişmekte; çifte standart ve hayal kırıklıklarıyla baş başa bırakılmaktadırlar.
Şimdi, bir zamanlar otoritenin boğuculuğundan bunalan insanlık, bu sefer gücü kullanamamanın sıkıntılarıyla baş başa kalmaktadır. Güçsüz devletlerin yönetimleri, kanunları, hep onları maddi ve manevi yönden sömürenlerin isteğine göre düzenlendikleri için, güçsüz ülkelerin halkları adaletsizlikten, eğitim sisteminin bozukluğundan, aşırı vergilerden, insanların kendi kültürüne yabancılaşmasından sıkça şikâyet etmektedirler. Bunun sebebi, devletlerin kendine hükmeden güçlere karşı elinin kolunun bağlı olması; varlığını hâkim güçlerin ihtiyaçlarına göre şekillendirmesidir. Bu durum, insanlığın geleceği için büyük tehlike arz etmektedir. Bunlara karşı verilen bütün savaşlar aynı şekilde sona ermekte; güçlülerin hakkı tescil edilirken, haklıların hukuku, güçlülerin zulmüne feda edilmektedir.
İnsanlar, hakları kadar geleceklerine de sahip çıkmalıdırlar. Otoriter eziciliğe karşı oldukları kadar, anarşiye, teröre ve başıboşluğa karşı da esaslı bir duruş sergilemelidirler. Aksi takdirde; çocuklarına söz geçiremeyen ana babanın, öğrencilerince dinlenmeyen öğretmenin, astlarına emir veremeyen komutanın, sözlerini hayata geçiremeyen siyasilerin, hiyerarşik karmaşa yüzünden, projelerini uygulayamayan liderlerin toplumlara gereği var mıdır? Oysa ki tarih, her zaman kudretsiz acizlerin değil, yetkin ve kararlı liderlerin etrafında şekillenir. Otoritesiz acziyet yerine, zalime karşı ezici, mazluma karşı merhametli, hakkı ön plânda tutan bir otoriteyi tercih etmek gerekir.