Egemenlik Kavramının Tanımı
Modern egemenlik teorisinin kurucusu olarak Fransız Jean Bodin ismi zikredilir. Din savaşlarından ve feodal anarşiden bıkmış olan Avrupa’da Jean Bodin devlet adına Kralın kayıtsız ve şartsız, mutlak egemen olmasını savunuyor ve bunun ideal örneği olarak da Osmanlı mutlakıyetini gösteriyordu. İslam dünyasında da yine mezhep ve aşiret kavgalarına karşı örneğini Maverdi’de gördüğümüz şekilde Sünni teorisyenler “fitne katlden beterdir” fikrinden hareketle mutlakıyetin ve vatandaşların mutlak itaatinin teorisini yapıyorlardı. Şii teorisyenlere göre ise Sünnilerin elindeki devlet otoritesi meşru değildi, mutlak otorite sahibi “imam”lardır.
Mutlakıyet düşüncesi bizde ve Batı’da belirli bir sosyal gelişmeyi ve hukuk düşüncesinin inkişafını sağladı. Fakat sosyal gelişmenin belli bir aşamasında irsiyet fikrine ya da Tanrıya dayalı mutlakıyet fikri yeni meseleler çıkardı. Artık mutlak egemenliğin millete ve halka geçmesi fikri güçlendi. Kitlelerin tebaa olmaktan vatandaş olmaya evrimleşmesini ifade eden bu süreçte iki önemli akım görülür. Liberal İngiliz geleneğinde mutlak egemenliğin sınırlandırılması yoluyla demokrasi fikri ortaya çıktı. Bizim de etkilendiğimiz Fransa’da ise egemenlik ya da devlet otoritesinin sınırlandırılması pek düşünülmedi. Kralın kayıtsız şartsız mutlak egemenliği millet adına Meclis ya da komite gibi kurumlara devredildi.
Devlet ve egemenlik kavramları, doğusundan batısına bütün dünyada, tarihi gelişim içinde birçok ünlü sosyal bilimci tarafından çeşitli fikir akımlarının konusu olmuş ve çeşitli şekillerde ifade edilmeye çalışılmışsa da günümüzdeki egemenlik anlayışının, daha çok 16. yüzyıl sonrası Avrupa merkezli olduğu bir gerçektir. Modern kamu hukukunda “Devlet” dediğimiz siyasi teşkilat, 16. yüzyılın ürünüdür. Devletin bir unsuru olarak kabul edilen egemenlik kavramı da genel olarak bugünkü anlamıyla yine aynı yüzyılda ortaya çıkmıştır.
Egemenlik kavramı, Ortaçağ Avrupası’ndan Yeniçağ Avrupası’na geçiş döneminde siyaset teorisinin merkezine yerleşmiş bir kavramdır. Sabine ’ye göre bir egemen devlet belirgin bir biçimde modern bir fenomendir ve onun ortaya çıkışı erken modern dönemin çığır açıcı bir olgusudur (Sabine, 1920: 30). On yedinci yüzyılda Westfalya Barışı ile ortaya çıkan batılı anlamda devlet ve egemenlik kavramları zaman içinde dünyanın değişik bölgelerine yayılmıştır. Bununla birlikte egemenlik, esasen batı menşeli bir kavramdır. Batılı devletlerin başat güç olduğu bir sistemde egemenliğin batılı paradigmaya göre tanımlanması ve düzenlenmesi bir sürpriz değildir.
Egemenlik kavramı, günümüzde yaygın olarak iç ve dış egemenlik olmak üzere iki kavramla açıklanmaktadır. İç egemenlik, devletin belirli bir coğrafi alan ve o alanda yaşayan insanlar üzerindeki mutlak hükmetme yetkisi (Hoffman, 1998: 16) ya da siyasal toplumdaki nihai ve mutlak otorite (Hinsley, 1986: 26) olarak tanımlanabilir. Devlet iktidarının başka hiçbir güce bağlı olmadığı, bundan dolayı hiçbir otorite tarafından sınırlandırılamayacağı, kısacası kendi sınırları içinde son sözü söyleme yetkisinin devlete ait olduğu düşüncesi, iç egemenliğin temel varsayımıdır (Turhan, 2003: 217). Dış egemenlik ise devletlerin uluslararası sistem içerisinde eşit özneler olarak belirmelerini, birbirlerinin içişlerine karışmamalarını, böylece fiili bir özerkliğe sahip olmalarını ifade etmektedir (Krasner, 1999: 230). Dış egemenlik, devletin dış otoritelerin müdahale ve denetimlerinden bağışık olması anlamında kullanılmaktadır (Uygun, 1999: 396). Ünlü kamu hukukçusu ve siyaset bilimci Loughlin’in tanımlamasıyla yetinilmesi yerinde olacaktır. Loughlin’e göre egemenlik kavramı modern politik sistemin ana idari prensibidir (organizational principle) (Loughlin, 2000: 125; Loughlin, 2004: 73–77; Loughlin, 2010: 184–86) ve egemenlik modern devletin görünümüdür.
Egemenlik veya diğer bir deyişle hâkimiyet, bir ülkede en üstün kudreti, milletlerarası hukukta ise bağımsız bir gücü ifade eder. Kendinden daha üstün ve daha yüksek bir güç tanımama, buyruğunu yürütme, egemenliğin bir özelliğidir. Egemenlik iki değişik tarzda kullanılmaktadır. Bunlardan birincisi devletin egemenliğidir. Bu egemenlik dışa karşı egemenliği, yani o devletin kendisi dışındaki bir güce tâbi olmamasını ifade eder. İkinci egemenlik devlet içindeki egemenliktir. Bu egemenlik ise, devletin gücünün nereden kaynaklandığını, bu güce kimin sahip olduğu ve bu gücün nasıl kullanılacağıdır.
Aynı konuda anayasa hukukunun büyük isimlerinden Ali Fuat Başgil haklı olarak egemenlik ya da hakimiyet kavramını “devletin iç hakimiyeti” ve “devletin dış hakimiyeti” olarak ikiye ayırarak inceliyor. Devlet dış egemenliğinin milletlerarası hukukla, iç hakimiyetinin ise kuvvetler ayrılığı ve ferdi hak ve hürriyetlerle sınırlı olduğunu belirtiyor. (Esas Teşkilat Hukuku, sf. 191 – 215) Yine Bülent Tanör, “hakimiyetin kayıtsız şartsız” olmasının sadece kaynağının millet olmasıyla ilgili bir ifade olduğunu belirterek, kullanım ve kapsamı bakımından egemenliğin kayıt ve şartlara bağlı olduğuna dikkati çekiyor. (Türk Anayasa Hukuku sf. 109 )
Erdoğan Teziç’in de belirttiği gibi “bila kayd ü şart hakimiyet” fikri Fransız Devrimi’nden gelmektedir. “Bu anlayış büyük ölçüde 1789 Fransız Devriminde ortaya konan “milli egemenlik” teorisinden kaynaklanıyordu. Şöyle ki, 1789 Devrimiyle, Fransa’da egemenlik uzun bir süre, kendi dışında ve üstünde sınırlayıcı bir güç kabul etmeyen en üstün irade olarak tanımlanmıştı. Kısaca, egemenlik, kayıtsız şartsız bir üstünlüktü. En üstün emretme gücü (İmperium) olan egemenlik, aslında hukuk dışı, politik ve ideolojik bir kavramdır. 1789’da egemenlik ulusa ait olmakla beraber, kullanılması sınırlı değildi. Milli Meclis, kanun yaparken de herhangi bir kayıt ve şarta bağlı olmayacaktır. Aslında, Fransa’da 1789 Devrimiyle, eski polis-devlet anlayışından, devletin hukuka bağlı olduğu hukuk devletine değil, fakat kanun devletine geçilmiştir. (Anayasa Hukukunun Genel Teorisi, sf. 95-96)”
Devlet içinde egemenliğin bir şahsa mı; bir hanedana mı, bir zümreye mi, yoksa millete mi ait olacağı meselesi Anayasa hukuku ile ilgili bir meseledir. Devlet içinde egemenlik, kendi üstünde bir güç ve sınırlama tanımaz. Mutlak iktidarın ve gücün hükümdar, zümre veya hanedandan millete intikali ile millî egemenlik, yani millî hâkimiyet teorisi ortaya çıkmıştır. Millî egemenlik, milletin kendi kendini idare etmesi, kendine hükümet edecek heyeti seçmesi anlamına gelir. Millî egemenliğin en önemli özelliği, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olmasıdır. Millet, bu egemenliğini seçtiği temsilcileri vasıtasıyla yürütür. Ancak, temsilcileri üzerinde etki ve denetim hakkı yoktur. Seçilen milletvekilleri de seçildikleri bölgenin değil de, bütün milletin temsilcileridir.
Hâkimiyet bilindiği üzere egemenlik ile eş anlamlı olarak kullanılmakta olup hükmeden, buyuran, buyruğunu yürütebilen üstün bir gücü ifade etmektedir. Kendinden daha üstün bir gücün varlığını kabul etmemek, hâkimiyetin özünde vardır. Devletin; ülke (vatan) ve insan topluluğu (ortak değerlerle birbirine bağlı ve birlikte yaşamağa hazır) ile birlikte üçüncü niteliğini oluşturan hâkimiyet, iki değişik tarzda kullanılmaktadır. Bunlar; devletin hâkimiyeti (devletin dışa karşı hâkim olması) ve devlet içinde hâkimiyettir. Devletin gücünün nereden kaynaklandığı, bu güce kimin sahip olduğu ve bu gücün nasıl kullanıldığı ile ilgilidir.
Milli Egemenlik – Halk Egemenliği
Kaynağını Rousseau ve Fransız İhtilalinin fikir babalarında bulan bu iki kavram arasındaki fark, millet ve halk kavramlarının tanımından kaynaklanmaktadır. Halk muayyen bir zaman ve yerde yaşayan insan topluluğudur. Millet ise Renan’ın tarifiyle “müşterek maziye sahip olan ve bu maziyi koruyarak gelecekte birlikte yaşama arzu ve şuuru içinde olan insan topluluğudur”. O halde halk geçmişi ve geleceği olmayan bir kalabalık iken, millet manevi ve kültürel bir şahsiyettir.
Çoğunluğun azınlığa tahakkümü anlamına gelen ve bu sebeple de ciddi eleştirilere maruz kalan halk egemenliği kavramı, bazı yararlı sonuçları da beraberinde getirmiştir. Milli egemenlik ise, millet tarafından devlete verilen iktidardır. Başka bir deyişle, egemenliğin bir kişiye, gruba ya da çoğunluğa değil, bütün millete ait olmasıdır. Millet ise kendisini oluşturan fertlerin üstünde onlardan ayrı ve bağımsız bir şahsiyettir. Vatandaşlar egemenliğin kendilerine düşen parçasına sahip değillerdir. Tek egemen millettir. Bu anlamda milli egemenlik; milletin fertlerini bir araya getiren, onlara yön veren, herkes tarafından kabul edilen, itaat edilen bir güçtür.
Milli egemenliğin sosyolojik temeli millet, tarihi temeli milli kültür, ideolojik temeli liberalizm ve hareket temeli milli şuurdur. Milli egemenlik anlayışının en önemli sonucu temsili sistemdir. Millet bir araya gelip iradesini açıklayamaz. Milli irade ancak temsilciler vasıtasıyla açıklanabilir. Temsilciler belli bir bölgenin değil, bütün milletin temsilcileridir. Bunun tabii sonucu olarak da oy vermek halk egemenliğinde olduğu gibi bir hak değil, görevdir. Egemenlik bölünemez, devredilemez nitelikte olduğu için temsilciler iradelerini açıklarken herhangi bir kayıtla, şartla sınırlı değillerdir; seçmenden emir ve talimat almazlar, milletten aldıkları iktidarı serbestçe kullanırlar.
* Bu yazı dört bölüm şeklinde yayınlanacaktır. Başvurduğumuz kaynakların listesi dördüncü bölümün sonuna eklenecektir.