Sayın Genel Başkan
Lütfen Bu Akan -ve Korkarım ki Akacak Olan- Kanı Durdurun!
Zat-ı alinizle yüz yüze en son 2014 yılı Kasım ayı başlarında MHP Genel Merkezinde makamınızda görüşmüştük. Ziyaret maksadımız, 2002 genel seçimlerinden önce ağustos ayında MHP milletvekilliği aday adaylığı için Bursa’ya gittiğimizde sadece tek parti dönemlerinde görülen “açık oy, gizli tasnif” usulü ile yapılan milletvekilliği aday adaylığı temayül yoklamasında birçok engellemelere rağmen açık ara önde olarak birinci çıkmıştım. Daha sonra Yüksek Seçim Kurulu’na verilen Milletvekili adayları listesinde ismimi görememiş ve tarafınızdan MHP milletvekilliği adaylığımın veto edildiğini öğrenmiş, buna istinaden bu veto edilişimin sebebini sormaya gelmiştim.
“Sayın genel başkan bizim Bursa’da verdiğimiz Ülkücü milliyetçi mücadelen dolayı başımıza gelmeyen kalmadı ve hayatımızın 10 yılını cezaevinde geçirdiğimizi siz de biliyorsunuz. Ancak onca yaşadığımız acılar bize bu veto kadar acı vermemiştir. Zira bunu çoluğuma çocuğuma izah edemiyorum ve sebebini öğrenmek istiyorum.” Dediğimde siz de cevaben:
“Efendi Bey biz sizin MHP’liliğinize Ülkücülüğünüze bir şey demiyoruz saygı duyuyoruz, siz de bizim tercihlerimize saygı duyunuz. Biz kendimize yol arkadaşları arıyoruz.” demiştiniz.
Daha sonraki yıllarda bu yol arkadaşlarınızın sizi nasıl yarı yolda bıraktığını acı tebessümlerle gördük…
Başka türlü size ulaşma imkânım olmadığı için ve müzevirlerin bu yazdıklarımı anında size ulaştıracaklarından emin olduğum için böyle bir yola başvurdum.
Sayın genel başkan;
Cahil cesur olur derler, cüretimi bağışlayın. Bu mektubu yazma cesaretini de “bizim MHP’liliğimize ve ülkücülüğümüze duyduğunuz saygıdan” alıyorum.
Esas konuya gelecek olursak:
Geçtiğimiz günlerde Mersin’de camiamız açısından çok talihsiz bir hadisenin vuku bulduğunu bazı televizyon kanalları ve sosyal medyadan büyük bir üzüntü ile öğrendik. Verilen habere göre, Mersin’in bir önceki Ülkü Ocakları Başkanı Çağrı Ünel, eşiyle birlikte şehir merkezinde bir bankamatikten para çekerken tanımadığı dört kişinin sopalı ve bıçaklı saldırısına uğruyor, yumruklanıp yere düşürülüyor, Çağrı Ünel ise can havliyle ve olayın dehşeti ile kendisini korumak maksadıyla silahına davranıyor ve Emrullah Kaplan isimli bir genç hayatını kaybediyor. Ne yazık ki hem Çağrı Ünel’in hem de bu gencin hayatları kararmıştır.
Bizim gibi yüzlerce, binlerce, on binlerce Ülkücü Türk Milliyetçisi’nin yüreğini dağlayan husus, saldırıya uğrayanın da hayatını kaybeden gencin de kamuoyuna Ülkü Ocakları mensubu olarak duyurulmasıdır.
Samimiyetle belirtmek isterim ki ne saldırıya uğrayanı ne de hayatını kaybeden genci tanırım, bu konuda taraf da değilim.
Ülkücü milliyetçi kamuoyunun zat-ı alinizden talebi şudur:
Bu müessif hadisenin Türkiye genelinde Allah göstermesin bir kan davasına dönüşmesini arzu etmiyorsanız, Ahmet Y. Yıldırım’ı ve Doç. Dr. Sinan Ateş’i ivedilikle huzurunuza davet edip “Ülkücüler kardeştir” beyanı ile tokalaşıp kucaklaşmalarını sağlamalı ve bu iki genci yanınıza alarak çektireceğiniz bir fotoğrafı Türkiye kamuoyuna ulaşacak şekilde paylaşmanızı ve hareketimizin geleceği açısından bu alicenaplığı göstermeniz beklenmektedir.
Yaşadığımız yüz yılda haberleşmenin önündeki bütün engeller kalktığı için, artık yargıya intikal eden bu müessif hadisenin arka planını, sebeplerini ve sonuçlarını en ince ayrıntılarına kadar öğrenebilmek mümkündür. İsterseniz siz de çok çabuk ve kolayca öğrenebilirsiniz. Bazı haber sitelerinde bazı yetkili arkadaşların, “elini bir ülkücü kanına bulaştıran insanın eski ocak başkanı olması sonucu değiştirmez” şeklinde açıklamalar okuyoruz. Bize göre sadece hadisenin sonucu üzerinden yorumlar yapmak, peşin hükümlülük sayılır. Her namuslu vicdan sahibinin Adanalı, Osmaniye Kadirlili olduğu iddia edilen bu gençleri, Mersin’e kimin hangi maksatla gönderdiği, Çağrı Ünal’ı evinden saldırının gerçekleştiği yere kadar neden takip ettikleri -eğer asılsız değilse- saldırganlardan birinin de saldırıyı kameraya alması hususu araştırılmalı ve bu konuda kamuoyu aydınlatılmalıdır.
Sayın Genel Başkan;
Beş altı kişinin bir kişiye hem de eşinin yanında saldırması her vesile ile dile getirdiğiniz Türk Töresine sığar mı? Ülkücünün ülkücüye pusu kurduğu görülmüş müdür? Bu gençleri böyle bir saldırıya yönlendirenler, teşvik edenler, ülkücü gençler arasına düşmanlık ve nifak tohumu saçanlar veya hadiseye anında müdahale ederek çözüm bulmak yerine üç maymunu oynayanlar, hiç vicdan azabı duymuyor mu? Bugün adaletten yakalarını kurtarsalar bile yarın mahşer gününde bunların hesabının sorulmayacağını mı zannediyorlar?
Siz de takdir edersiniz ki, bizler yani; yaşı yetmişi geçmiş bir nesil için bu ‘Ülkücü’ kavramı, yakaya takılan bir rozet, sağ elin parmaklarıyla yapılan bir işaret veya bir siyasi partinin daracık sınırları içerisine hapsedilmiş sıradan bir ‘İsim’ den ibaret değildir.
Bize göre ‘Ülkücü’ her türlü milli, insani, İslami vasıfları şahsında bütünleştirmiş, Türk Milleti’nin büyük geleceğinin inşası yolunda gecesini gündüzüne katarak çalışan insandır. “Ülkücü” Türk Tarihinin engin tecrübelerinin ışığında Türkiye’yi ve Türk Dünyasını çağlar üzerinden aşırarak ‘yabancılaşmadan çağdaşlaşma’ hedefine varmak için hayatlarını bu yüce ülküye vakfeden “şahsiyet”lere verilen bir sıfattır.
Hayatları birer çile yumağına dönen ve ömürlerini ‘bir cephedeymiş gibi’ yaşayan bu ülkücü nesillerin yüreklerini yangın yerine dönüştüren husus, genel müdür, müsteşar, milletvekili, bakan, servet sahibi olamamak değildir. Şuna inanırız ki, yarın ruz-i mahşerde de bize neden bu makamlara gelmediniz suali sorulmayacaktır. Yöneltilecek sual; bize emanet edilen sağlık, gençlik, yaşlılık ömürlerimizi hak ve hakikatin yolunda harcayıp harcamadığımız ve milletimizin tevdi ettiği emanetleri ve vazifeleri bihakkın layığı ile yapıp yapmadığımız hususudur.
Yegâne üzüntümüz ise; yarım asra yaklaşan bir mücadeleye rağmen Türk Milliyetçiliğinin, ‘devlet idaresinde mürüvvetini’ görememektir.
Sayın Genel Başkan bu mektubu kaleme almadan önce bazı ülküdaşlarıma danıştım;
Yahu! boş ver seni de hain ilan ederler, başına iş alırsın ikazlarında bulundular.
Bütün inananlar gibi biz de Cenab-ı Allah’ın iradesi dışında bir yaprağın dahi kımıldamayacağına inanırız. Allah’a bir can borcumuz vardır. O ne zaman dilerse ölüm meleği gelir, emaneti alır biz de ahiret yurduna doğru yola koyuluruz. Geçtiğimiz ay toprağa verdiğimiz civanmert arkadaşım Metin Kaplan ile bizim hayat hikayemizi az çok bilirsiniz. Bursa’da bizim alakamız olmayan ama bize isnat edilen bir hadiseden dolayı Cumhuriyet Savcılığınca aranmaktaydık. Savuşup başka şehirlere gidebilme hatta yurt dışına çıkabilme imkânımız vardı. 21 Temmuz 1975’te teşkilatımız- birkaç aya kadar adalet tecelli eder cezaevinden çıkarsınız- diyerek her ikimizi de kurbanlık koçlar gibi o tarihlerde Bursa adliyesinde çöreklenmiş bir gurup aşırı solcu, zalim yargıcın pençelerine teslim etti. 6-7 yıl idam talebiyle yargılandık. Gençliğimizin on yılını mahbeslerde geçti. Cezaevlerinde sürgünlere gönderildik. Hayatlarımıza kastedildi. Allah’ın izni ile bütün tuzakları bozduk. Afyon cezaevinde gardiyanlardan gördüğüm kötü muameleden dolayı çok ağır bir mide kanaması geçirdim. Apar topar götürüldüğüm Afyon Göğüs Hastanesinin başhekimi Kemal Bey; “alın bunu götürün, bu ölür” dedi, ölmedik. Daha sonra bir sene kadar Ankara Numune Hastanesi mahkûm koğuşunda ve Atatürk Sanatoryumu mahkum koğuşunda jandarma bölük komutanı Osman Şener isimli bir zalim yüzbaşının talimatıyla ayaklarımdan karyola demirine kelepçeli olarak tedavi olmaya çalıştım, ölmedim. Hastaneden taburcu olduktan sonra Ankara İlahiyat Fakültesinde öğrenci olan ülküdaşlarımız “Efendi Barutcu” cezaevinde vefat etmiş diye bir haber duymuşlar. Bari gıyabi cenaze namazını kılalım diyerek elli altmış kişi fakülte bahçesinde gıyabi cenaze namazımı kılmışlar. Bunun canlı şahidi ve namazda imamlık yapan şu anda Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesinde öğretim üyesi ilahiyatçı Prof. Dr. Mustafa Baş beydir. Bütün bunları kendime acındırmak veya merhamet dilenmek için yazmıyorum. Sadece birileri istediği için değil de emri hak vaki olduğu zaman emanet teslim edilir diye yazıyorum. Yüce Allah’tan başka hiçbir faniye minnetim yoktur. Zat-ı alinizden de herhangi bir siyasi mevki, makam, mansıp talebinde değilim. Cenab-ı Hak’tan bütün niyazım odur ki dünyamızı değiştirdikten sonra arkamızdan iyi bir ülkücü idi denilsin. Yangın yerine dönmüş ruhlarımız, ancak bu şekilde sükûn bulacaktır.
Bursa’daki tutuklanmamızdan hemen sonra merhum Türkeş Bey’den bize bir selam ve haber gelmişti, şöyle diyordu; “Cezaevlerindeki arkadaşlarımız davamızın şerefini temsil ediyorlar” ALLAH şahittir ki bu on yıl boyunca muhtelif cezaevlerinde birçok ülküdaşımız gibi biz de bize emanet edilen davamızın şerefine en ufak bir gölge düşürmemeye gayret ettik. Hayatımız boyunca da bu gayretten geri kalmayacağız.
Bir galat-ı meşhura (herkes tarafından doğru bilinen yanlış) dayanarak her vesileyle “Ülkücülük MHP’de olur” deseniz de -mektubumun başında tarif ettiğim Ülkücü kavramından dolayı- izin verirseniz sizinle aynı kanaatte olmadığımı ifade etmek isterim. Bir an için sözlerinizin doğruluğunu kabul edersek “davamızın şerefini korumak” ve “camiamızın huzurunu temin etmek” öncelikle zat-ı alinize düşer.
***DEVAM EDECEĞİZ***