Uçları yaşadı bizim kuşak, her şeyin en iyisini ya da en kötüsünü de gördük. Sevdalarımız bile sonuna kadardı, elektrikmiş, çıkmakmış filan bilmezdik. Kahvede çayı bile sessizce karıştırırdık. Kaşıkla şıngır, tıngır diye ses çıksa, birisi seslenirdi, “Hoop! Yörükler geçiyor da deve çanları mı çalıyor birader?”
Ortaokulda şapka giyer, öğretmeni görünce asker selamı verirdik, başında şapka yok ise, hazır ola geçer, öğretmenimizi selamlardık. Hafta içi sinemaya gitmek yasaktı. Kasabanın tek sinemasında akşam nöbet tutan öğretmen bile bulunurdu. Kahvede, sinemada görülen öğrenci, okulda hoparlörle disiplin kuruluna çağırılır, tımar edilir veya bir şekilde ailesine de duyurulurdu. Uysal bir öğrenci olmama rağmen 2-3 kez sinemada, kahvede oturduğum için disipline hoparlörle çağırıldığımı anımsarım.
Bizler ihtilalleri bilenlerdeniz.
27 Mayıs 1960 İhtilalinde dünyaya geldik. Anamız tarih filan bilmezdi ki, “Üzümler eriyordu, harman zamanı, zemheriydi, ihtilal çocuğu” filan da derlerdi. 12 Mart 1971 Askeri Muhtırası, 12 Eylül 1980 darbesi, bizim dönemde yaşandı. Bizler ekonomik krizleri de gördük, yaşadık.
24 Ocak Kararları (1980), 5 Nisan 1994 kararları, Kara Cumalar yaşadık. 2001 yılında Başbakanlık önüne yazar kasa fırlatılması, 24 bankanın ardı ardına batması, Cumhurbaşkanı Anayasa fırlattı diye ekonomik kriz patladı. İşte 19 Şubat 2001 Kara Çarşambası o gün yaşandı.
Haydi, canın sıkıldı diyelim.
Tepki amacıyla, Yazar kasayı geçtik, şimdi POS Cihazı atabilir misin?
İlkokulda Amerikan süt tozu içirildik, USA (United States of America) ile o zaman tanıştık. Kapitalizme oklarımızı doğrulttuk. Lastik pabuçlarla büyüdük. Kasabada Kadir Hocanın babası Hulusi Amcadan rahmetli babam giyilmiş deri ayakkabılardan tamir ettirerek, boyatarak bana da alırdı. Hiç yüksünmezdim, yoksulluğumuzun farkındaydım.
Bir 19 Mayıs gösterisinde beyaz fanila ve beyaz pantolon giyilecekti. Beyaz kumaş pahalıydı, şeker çuvalından beyaz pantolon diktirmiş, sonrasında leğende maviye boyayarak giymeye devam etmiştim.
Yamalı çorap, pantolon, ceket giydik. Yer sofrasına bağdaş kurarak oturduk ve sini üzerindeki anamızın, ninemizin yaptığı tarhana çorbasını kaşıkladık. Yokluğu, sıkıntıyı, çileyi dibine kadar da yaşamıştık, yine de mutluyduk. Mutlu olmamız içsel huzurumuzdan diye de düşünürdüm. Varsıl aileler bile kendi tarlasında gündelik işçilerle birlikte çalışırdı.
Öğretmenlerimiz, büyüklerimiz, kahvede gazete, dergi okurdu. Bize de sirayet etse gerek, çok okuyan bir nesildik. Gazete, kitap, dergi okuyarak da geçerdi günlerimiz. Oğuz ve Tekin Aral kardeşlerin Gırgır dergisinin müdavimiydik. Üstelik birimiz alır, sıra ile okurduk. Avanak Avni, Utanmaz Adam tiplemelerini haftalarca takip ederdik. Korna Kamil, Avni’nin sevdiği Leyla, mahalleden rakibi Dilaver, Manav Hasan bize hiç yabancı değildi…
Bir sözün daha farkındaydık.
Okumalıydık.
Mürekkep akmalıydı.
“Mürekkebin akmadığı yerde kan akar” diye de bir deyişin adeta farkındaydık…
Bizim kuşak,
Öz güvenli, çevresine saygılı, paylaşımcı, dost canlısı, vefa duygusu taşıyan, düşeni kaldıran, şımaranı dengeleyen, fedakâr, kuşlara yem atan, kediyi okşayan, Deniz’i, denizin mavisini seven bir kesim olmayı sürdürdü…
Bu arada ülkedeki sıkıntılar, ekonomik zorluklar, sızlananlar, siyasette yaşananlar bizi çok üzüyor. Sosyal demokrat cenahta parti içi demokrasi yerine sağın tek adamlığı gibi faşist adımlar fazlasıyla kahrettiği gibi duygusal kopuş hiç aklımızdan geçmez iken, bu kopuşa göz göre göre itilmek de can yakıcı...