Köprüden nasıl geçelim

Nebil ALPARSLAN

“Sakın ola köprüyü geçene kadar dahi olsa, ayıya

dayı deme. Köprünün ortasında köprü

yıkılırsa, öbür tarafa ayının yeğeni olarak gidersin” (*)

Yunus demiş ya; “Kişi bile söz demini, demeye sözün kemini”. Bir sosyoloji profesörü yahut bir psikolog günlerce konferans verse, sanırım bu mana derinliğine ulaşamaz. Bu sözler binlerce yıllık medeniyet tarlamızdan derilmiş,  kelâm harmanına serilmiş, ahlâk meltemiyle savrulmuş, danesi samanından ayrılmış kutlu sözlerdir. Anadolu topraklarında dededen toruna, ustadan çırağa, hocadan talebeye, dilden dile, gönülden gönüle aktarılan mana yüklü sözler. Bazen türkü olmuştur Karacaoğlan’ın telinde, bazen feryat olmuştur Pir Sultan’ın dilinde. Bazen gazel olmuş bazen ilahi. Bazen deyiş olmuş bazen mani. Ama hep var olmuştur kültür dünyamızda. Hayatımıza yön vermiş, yolumuza ışık olmuş, nasihat yüklü sözlerdir bu sözler.

Ancak atasözü, vecize veya özlü söz ya da deyim olarak günlük hayatta kullanmakta olduğumuz her deyiş Yunus’un dilinden dökülen kadar masum olmayabilir. Hoş bir mana içermeyenleri, argoya kaçanları, değerlerimizle hiç örtüşmeyenleri de vardır. Bunları da kullanırız manalarını bilerek ya da bilmeden. Misal “bal tutan parmağını yalar”, “devlet malı deniz yemeyen domuz” ya da hiç söylemek istemediğim bir söz olarak “kadının sırtından sopayı…….. “ diye başlayıp devam eden sözler gibi.  

Bu deyimlerden biri de “köprüden geçene kadar ayıya dayı de” sözüdür. Ne yazık ki bu söz günlük hayatımıza hem söylem hem de icraat olarak olanca etkisiyle yerleşmiştir. Zira herkesin başkaları eliyle görülecek bir işi mutlaka olacaktır. Bu hal toplum halinde yaşamanın tabii bir sonucudur. Kişi sevmediği, dedikodusunu yaptığı, hatta aleyhinde konuştuğu birisinden de yardım isteyebilir. Eleştirdiğim yardım istemesi değildir. Birisi çıkıp bu şahsa  “Sen ondan mı yardım istedin? Hani sen onu hiç sevmezdin, hep aleyhinde konuşurdun” dediğinde beriki; “Eee ne yapalım, köprüden geçene kadar ayıya dayı diyeceğiz” diyorsa; eleştirdiğim işte budur. Çünkü bu cevap ahlaki değildir, insani değildir. Doğruluk, dürüstlük, iyi niyet kurallarına uymaz. Sürekli olarak arkasından konuştuğu, dedikodusunu yaptığı, hatta husumet beslediği birisini, sadece işi görülünceye kadar menfaati için övmek, yüzüne gülmek, ne kadar iyi, yardımsever birisi olduğunu söylemek, en hafif tabirle ikiyüzlülüktür. Riyakârlıktır. Allah’ın şerefli bir varlık olarak yarattığı insanın fıtratına aykırı bir davranıştır. Kabul edilesi bir davranış değildir. Böyle bir davranış, hem beşeri hem ilahi bütün sistemlerde yadırganır, dışlanır, horlanır ve aşağılanır.

Ancak buna rağmen çevremizde her gün buna benzer olaylarla karşılaşmaktayız. Ne yazık ki bir yandan ruhsal yetmezlik, diğer yandan maddî ve manevî sebep ve şartlar bireyi böyle bir davranışa sürüklemektedir. Birey belli bir zaman dilimini “geçilecek köprü” olarak görüp, o zaman içinde “ayı” olarak vasıflandırdığı birisine “dayı” demeyi kurnazlık olarak kabul ediyor. Bir de hayatının tamamını “köprü” kabul edenler var ki bunlar için ikiyüzlülük, riyakârlık bütün bir ömür devam ediyor. Riyanın adı kurnazlık oldu ne yazık ki.

Köprüden geçene kadar ayıya dayı deme ilkesizliğini ilke haline getirenlerin sayısı arttıkça, ne yazık ki ikiyüzlü ve menfaatçi bir toplum ortaya çıkmaktadır. Yalan ve riya meşru hale gelmektedir. Ahlaki ve insani değerler toplum hayatından düşmektedir. Güven azalmaktadır.  Bireyler arasında dayanışma ve yardımlaşma yok olmaktadır. Her birey karşıdakini bir biçimde kullanmaya çalışmaktadır.

Ne yazık ki ülkemizde çocukluk yaşını geride bırakan ortalama bir vatandaş, hakikatle bağını koparma, riyakârlık, kolay yalan söyleme, fırsatçılık, kurnazlık ve kötü yurttaş olma niteliklerini edinmek zorunda olduğunu iddia ve kabul etmektedir. Zira başka türlü ayakta kalamayacağına inanmış ya da inandırılmıştır. 

Bu nedenle düşünen, muhakeme eden, üreten ve çıkarlarını ahlak ve erdem süzgecinden geçiren değil, “fırsatçı” bireylerden oluşan kalabalıkların toprağındayız. En basit haliyle, işe girmek için ‘torpil’ aramak ve yaptırmak sıradan ve masum bir davranış haline getirildi ve geldiyse ve bu hal Türkiye ortalaması açısından ‘olağan kabul ediliyorsa fazla söze lüzum yoktur.

Yazının başındaki cümlede üstat Necip Fazıl kendine has üslubuyla bu riyakârlığı çok güzel biçimde hicvetmiş. 

Şimdi herhangi birimize “bu hal ne haldir” diye sorulsa cevabımız hazırdır: “Ne yapayım arkadaş, sistem bu, başka türlü işimiz yürümüyor”. Oysa “sistem” dediğimizi de biz inşa ettik. En basitiyle trafikte, vezne önünde, elektrik-su parası yatırırken sıradaki bir kişiyi atlayıp önüne geçebilmeyi kâr belledik. Kul hakkını öteledik. Hayatın merkezine hakkı, adaleti, hukuku, ahlakı ve erdemi değil kendi çıkarımızı koyduk. Sonra da sistemi suçladık. Sistem dediğimiz ne? Bizim tavır ve davranışımız değil mi? Biz davranışlarımızı mizana oturtursak sistem de hak ve adalet üzerine inşa olmayacak mı?

Bütün insanlar masum doğar. Her olumsuz davranış sonradan kazanılmış bir olgudur. Sonradan kazanılmış davranışların değiştirilme şekli ise eğitimdir. Yalnız okul eğitimi değil. İnsan kendi kendini de eğitebilir. Yeter ki iyilik ve güzelliğe niyet edip, doğruluk, iyilik, güzellik iklimine yelken açmaya karar versin.

Kalın sağlıcakla.

(*) Necip Fazıl Kısakürek

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.