Kirlendi.
Her şey kirlendi, bozuldu.
Su kirlendi.
Hava, doğa, ovalar, sokaklar, kaldırımlar, şehirler kirlendi.
İnsanlar kirlendi.
Denizler, göller, akarsular, sahil kenarları kirlendi.
Eskiden bir kuru ekmek, acı soğanın bile tadı vardı, şimdi tadı bozuldu. Pazarda bile sormaya başladık, “soğan yerli mi, ithal İran soğanı mı?” diye. Kastamonu sarımsağının kökü kurumuş (!), başına taş düşmüş olmalı ki; Çin’den sarımsak ithal etmişiz.
Yediğimiz sebze ve meyvelerinde tadı bozuldu. Tohumlar bozuldu, tarla bozuldu. Etin sütün, yumurtanın, tavuğun, balığın her şeyin tadı bozuldu. Raf ömrünün artırmak düşüncesiyle işlenmiş gıdalar kanser vakalarının artmasına neden oldu.
Haşere mücadelesinde kullanılan zehirli zirai ilaçlar...
Anadolu’da çoraklaşan topraklar…
Verimli araziler bomboş…
Kendi elimizle doğayı bozduk, katlettik. İklimler değişti, seller, yitip giden canlar ve mallar. Havalar bozuldu, hava kirliliği arttı. Oksijen yerine egzoz gazı CO2 solumaya başladık. Dolayısıyla hastalıklarımız arttı.
Çine’de çay balığının tadına doyum olmazdı. Efeler’de Tabakhane Deresi, Nazilli Mergen Çayı, Pamukören Ballık Deresinden yıllar önce tuttuğumuz balıkları yok oldu, gitti. Büyük Menderes Nehri’nin yayın ve sazan balığı çok meşhurdu. Acaba B. Menderes Nehrinde hala balık yaşıyor mu? Yaşayanlarsa ne kadar sağlıklı bilemiyoruz. Televizyon kanallarında sık sık toplu balık ölümleri haberlerine tanıklık ediyoruz.
İnsanlar, geçmişin çok kısıtlı ekonomik imkân ve geçim şartlarına rağmen bir dilim kuru ekmek, bir acı soğanla mutlu olabiliyorlardı. Kanaatkâr, gözü gönlü tok ve huzurluydular. Ne oldu da bu mutlu dünyamızdan koptular. Başımıza gelenleri neden yaşar hale geldik.
“Değişim” dedik “insan” dedik. Amacımız hiç şüphesiz insanımızı mutlu etmekti. Bu nedenle değişim dönüşüm özlemiyle yandık, tutuştuk. Böylece zihniyet değişimini gerçekleştirebileceğimizi düşündük.
Doğrudur, gerçekten de zihniyet değişikliği yaptık. Şehirlerin yeşilden ve estetikten uzak imar planlarını da yaptık. Rant uğruna çok katlı gökdelenleri diktik. Şehri beton yığınına çevirdik. Elimizde kalan son deprem toplanma yerlerini de AVM mağazalarıyla donattık. Geri kalan yeşil alanları da imara açtık.
Trafik ve ulaşıma metrobüsler, tramvaylar, toplu taşıma araçları yetmez oldu. Trafik tıkandı, egzoz gazıyla kirlendi her yer, boğuluyoruz.
Belediyeler büyüdü, bütçeleri de büyüdü. Şehirler büyüdü, dünya küçüldü. Güya refah büyüdü.
Yol yürümek yok, merdiven çıkmakta neyime asansör ne günüme duruyor. Neredeyse evde yemek yapmayı yemek yemeyi unuttuk. Bu akşam yemek yapma hayatım. Seni hangi restoranda götüreyim? Balık mı? Köfte mi? Kebap mı yiyelim. Ne canın istiyorsa söyle. Geçen hafta Kızılcaköy’de ki köy kahvaltısına bayıldım neydi öyle on dokuz çeşit yiyecek vardı filan.
Ve en az yarısını yiyemediğimiz çöpe atılan yiyecekler… Yazık, hem de çok yazık. İsraf ve yazık! Hele devlette yapılan israfa ne diyelim. Sadece resmi makam arabaları saltanatını söylesek yeter de artar bile.
Acı soğan kuru yavan bir dilim ekmekle mutlu yaşayabilen insanımıza, bu değişim dönüşümler zehirledi. Dün ki geçmişini unutan, geldiği yeri bilmeyen değişim dönüşüm sarhoşu bir güruh türedi.
Görünen odur ki, ağzımız tadı bozuldu. Bereket gitti, rahmet azaldı. Çok iyi bildiğimiz “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz” ilahi mesajına rağmen hem ruhlarımızın, hem de bedenlerimizi OBEZ yaptık.
Her kes giydiği marka elbise, marka ayakkabı, altında ki son model lüks araba ile öğünür ve yarışır oldu. Böylece adam olduğumuzu zannettiğimiz kendimizi halktan kopmuş, değişim dönüşüm mahallesinin tam içinde bulduk.
Genleri, mayası bozulan kirlenen o kadar çok şey var ki; kalpler kirlendi, ruhlar kirlendi, vicdanlar betonlaştı, ahlak bozuldu. Şehirler kirlendi, zihinler kirlendi, siyaset kirlendi. Sanki düşünme ve tefekkür etme melekelerini kaybettik.
Bir tek amacımız vardı.. Pragmatik mantıkla hep kazanmak, hep kazanmak.. Hep üste çıkmak ve hep haklı olmak. Asla ve kat’a kaybetmemek.. Amaca ulaşmak için her şeyi mubah kılmak. Para, makam, mal, mülk araç gereç her şeyin sahibi olmak.. Samimi inanmış insanların inanç ve umutlarını kullanmak. Hep iktidarda, her dönem daima güç sahibi olmak... Kim ki bu güç zehirlenmesine kapılmadım diyorsa bilin ki yalan söylüyordur.
“Önce ahlak, önce maneviyat” diye yola çıkan rahmetli Başbakan Necmettin Erbakan Hoca’nın sözlerini hatırlıyorum. Üç kuruşluk fani dünya menfaatleri uğruna değerlerini unutup, savrulanlara acıyorum. Oysaki bunların hepsi yalan. Gönüller sultanı koca Yunus’un “Gel biraz sen oyalan” dediği gibi. Mevlana’nın “Başkalarının bal şerbetinden bize ne? Bize ayran tasımız yeter” dediği gibi.
Çağımız insanı kendini arıyor, ruhunu arıyor. Bu insan bir tutam ekmekle, yumrukla bölüp yediği acı soğanın ağız tadı mutluluğunu arıyor. Küçücük dünyasına sığmayan sınırsız kocaman mutlu dünyasını arıyor. Elinden çalınan insanlığını arıyor…
Şehirler büyürken koca dünyasının nasıl küçültüldüğünü hayretle izliyor. Düne kadar mutlu olduğu zihninde ki büyük dünyasını, bu günün küçük dünyasına sığdıramıyor. Bu dünya ona dar geliyor. İnsanımız mutsuz ve yalnız... Sanki yaşam ve özgürlüğüne zincir vuruluyor.
Ve insanca, mutlu yaşamak için haykırmaya başlıyor! Bana kirlenmeyen temiz havamı verin. Derelerden şırıl şırıl ter temiz akan o temiz suyumu verin. Bana dallarında kuşların öttüğü, gölgesinde çocukların oynaştığı bahçemi, ormanlarımı verin. Bereket fışkıran Menderes Ovamı verin. Bana bu topraklara olan çaldığınız aşkımı, sevdamı verin..!
Ey hak hukuk tanımayan jeotermal şirketi!
Aydın’a, Pamukören’e, çevreye verdiğiniz zarar yeter!
Bana Değirmendere’deki kestiğin kavak ağaçlarını, zeytin ağaçlarını ver yeter!
Doğayı yok edip kirlettiğiniz yeter!
Atalarımızdan, dedelerimizden bizlere miras kalan zeytinimizi, incirimizi verin yeter!
İnsanlar hiç olmazsa ağız tadıyla incir, zeytin yer…
Kalın sağlıcakla…