1970’LER TÜRKİYE’SİNDEN BUGÜNE KIRIM DAVASI
Bizim neslimizin üniversite ve yüksekokullara devam ettiği 1970’li yıllarda Türk milletinin her alanda kalkınması, dünyanın itibarlı ülkelerinden birisi haline gelmesi KIZIL ELMAMIZDI.
Türk milletinin -tarihinin derinliklerinden gelen- tecrübelerinin ışığında sanayileşmiş, kalkınmış, dünyada güçlü ve itibarlı, insanları mutlu ve müreffeh yaşayan bir Türkiye’yi inşa etmek ve yeni bir Türk İslam medeniyetinin temellerini atmaktı. Bunun içinde öncelikle milletimizin iman ve ruh köküne bağlı, inançlı ve vatanperver, bilgili ve şahsiyetli aydın kadrolar yetiştirmek gayretindeydik.
Biz bu büyük ülküyü hayata geçirmeye çalışırken varlığımıza kasteden tarihî düşmanlarımızda boş durmuyor, çok yoğun propagandalarla kendi kültür ve hayat tarzlarını gençlerimize aşılamaya çalışıyorlardı. Her türlü basın yayın faaliyetleriyle ve gizli hücre çalışmalarıyla gençlerimizin ruhlarını ifsat edip kendi karanlık emellerine hizmet ettirmeye çalışıyorlardı.
O yıllarda tarih, vatan, bayrak ve ezan düşmanlığı had safhadaydı. İslam düşmanlığı ve Allahsızlık propagandalarıyla gençlerimize beyin yıkama metodu uyguluyorlardı. Bizler de Türk gençlerinin ABD ve Batının yoz, kültür alışkanlıklarına kendilerini kaptırmamaları için milli kültürümüzü ayağa kaldıracak faaliyetler içindeydik. Her vesileyle “Kahrolsun komünizm, kapitalizm, faşizm ve her türlü emperyalizm” uranı ile sömürgecilere karşı tavrımızı açık net ortaya koymuştuk. Tabii ki kahrolsun demekle emperyalizmin kahrolmayacağını biliyorduk. Bunun içinde Türkiye’nin hızla sanayileşmesi, üniversitelerinde birinci sınıf ilim adamları yetiştirip dünyanın en saygın ilim yuvaları haline gelmelerini istiyor ve milletimizin bağrından büyük sanatkârlar yetiştirmeye çalışıyorduk. Çünkü biliyorduk ki merhum Erol Güngör’ün de isabetle belirttiği gibi: “Medeniyetleri alimler ve sanatkârlar kurar.” O yıllarda bir yandan da son bağımsız Türk devletini de Sovyetler Birliği’nin bir uydusu haline getirmeye çalışan Sovyet 5. kol ajanlarına karşı üniversitelerde, sokaklarda, fabrikalarda, mahallelerde varlık yokluk kavgası içindeydik. Bu uğurda binlerce arkadaşımızı şehit verdik.
Mücadelemizin başka bir yönü de -Türk milliyetçilerinin Cumhuriyet dönemindeki ilk mağduriyeti olan- 3 Mayıs 1944 Milliyetçilik olaylarından bize miras kalan esir Türkler meselesiydi. Başta Kırım olmak üzere Sovyetler Birliği’nin esareti altında bulunan Türkistan Türklüğünün, Suriye ve Iraktaki Baasçı rejimlerin zulümleri altında inleyen Kerkük, Musul ve Suriye Türklüğünün, Kıbrıs’ta EOKA’cıların katliamlarına maruz kalan Kıbrıs Türklüğünün, Batı Trakya ve Balkanlar’daki “evlad-ı fatihan” dediğimiz Balkan Türklüğünün, kendi vatanlarında hür ve bağımsız insan haysiyetine yaraşır bir şekilde yaşamalarını temin çabalarıydı. Bu sebeple de her vesileyle BM’nin “Esir Milletler Haftası” olarak ilan ettiği haftayı her yıllar bizler de “Esir Türkler” haftası olarak ilan ediyor, onların meselelerini Türkiye ve dünya gündemine taşımak için toplantılar, nümayişler, yürüyüşler, bilgi şölenleri düzenliyor ve “İnsanlara hürriyet, milletlere istiklal” uranı ile bu esir soydaşlarımızın duygularına tercüman oluyorduk.
70’li yılların sonlarına doğru Kırım Türklerinin efsanevi lideri Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu’nun Sovyet zindanlarında çile çekerken şehit edildiğine dair bir haber yayılmış ve o yıllarda Ülkücü Türk milliyetçilerinin öncülüğünde bütün Türkiye ayağa kalkmıştı. Büyük kitleler meydanlara inip Sovyetler Birliği’ni telin ediyor, Şehit Kırımoğlu için gıyabi cenaze namazları kılınıyor, ruhuna ithafen hatimler indirilip mevlid-i şerifler okutturuluyordu. Biz de o tarihlerde tutuklu bulunduğumuz Eskişehir Kapalı Cezaevi’nde Cemiloğlu’nun ruhuna Yasin-i şerifler okuyup Fatihalar göndermiştik.
Bu destani faaliyetleri Azerbaycan bağımsızlık hareketinin yolbaşçısı cennetmekan Ebülfeyz Elçibey 1990’lı yıllarda Türk Ocakları’nın bir kurultayında yaptığı konuşmada “1970’li yıllarda Ankara’da Ülkücüler yürüdüğünde, Moskova’da deprem oluyordu” diye özetlemişti. Daha sonraki yıllarda Sovyetler Birliği’ndeki yumuşama politikalarının bir sonucu olarak Demir Perde gevşemiş, zindanda şehit olduğunu duyduğumuz Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu Ankara’ya gelmişti. Türk Ocakları Ankara şubesi olarak Kırımoğlu’nun şerefine Eski Bulvar Palas Oteli’nin salonlarında büyük bir yemekli toplantı tertiplemiştik.
Evet Sovyetler Birliği’nin Demir Perdesi yıkılıyordu ama Türkiye’de 10 yıllık cezasını tamamlayıp 1985’te tahliye edilen bu satırların yazarı daha o yıllar da yurtdışına çıkamıyordu. Çünkü 12 Eylül Cellatlarının topluma saldığı korku ve yasaklar halen devam etmekteydi.
Bugün Kırım Türklüğü mahzun olsa da, Türkiye’yi yönetenlerin tarihi Rus korkusunun tesirinden kurtulamayarak Kırım’ın feryatlarını duymazlıktan gelseler de inanıyoruz ki tarih bütün kanlı diktatörlüklerin dağıldığını yazdığı gibi, Rusya Federasyonu’nun da bir gün dağıldığını yazacaktır.
Ülkücü Türk milliyetçileri olarak 3 Mayıs 1944 olaylarından bugüne esaret altındaki millettaşlarımızın insanca yaşama haklarına kavuşması için her türlü eza ve cefaya katlanıp dünya Türklüğünün “hürriyet meşalesi”ni nesilden nesile taşıdık. Bunun bedelini defalarca mahkemelerde yargılanarak, zindanlara atılarak, gençliklerimiz feda edilip hayatlarımız karartılarak ödemeye çalıştık. En son ABD’nin güdümündeki 12 Eylül cellatlarının mahkemelerinde askeri savcı Nurettin Soyer’in iddianamesinde akıl almaz suçlamaların yanında bir de “Bunlar dünyadaki Türkleri kurtaracakmış!” suçlamasına maruz kalındı. Ve başta Milliyetçi Hareket’in efsanevi lideri merhum Alparslan Türkeş olmak üzere binlerce arkadaşımız insanlık dışı işkencelere maruz kalıp uzun yıllar eza ve cefa çekerek yargılandılar. Ama asla pişman değiliz. Çünkü tarih bizi haklı çıkartmıştır.
Bizler bugün uzun yıllar Birleşmiş Milletler ’de yalnız ve mahzun dalgalanan Türk bayrağının yanında beş bağımsız kardeş Türk cumhuriyetinin bayraklarının dalgalanmasını görmenin bahtiyarlığını yaşıyoruz. Artık şairin: “Benim vatanımın toprakları Edirne’de başlayıp Kars’ta bitmez” diye haykırdığı gibi Türk’ün kültür ve gönül coğrafyasında beş müstakil Türk cumhuriyetinin bağımsızlıklarının 30. yılını kutluyor ve ilerleyen yıllarda iktisadi, kültürel dayanışmanın, abece birliğinin ve gelecekteki “Türk Devletleri Birliği”nin temelini teşkil edecek olan Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi’nin kurulmasının sevincini yaşamaktayız.
Evet, ABD ile Rusya Federasyonu arasında bir küresel rekabet devam etmekte ve Türkiye F-35’lerden S-400 Hava Savunma Sistemine, nükleer santralden doğalgaz ve petrol bağımlılığına, Suriye’nin kuzeyinde yaşanan trajediye karşı eli kolu bağlandığı için bu iki süper güç arasında bir denge siyaseti kurmaya çalışmaktadır. Ama bu durum Türkiye Cumhuriyeti’nin Kırım Türklüğü ’nün maruz kaldığı işgal, zulüm, kıtal ve haksızlıkları Birleşmiş Milletler zeminine taşımasına mâni teşkil etmemelidir. Türkiye başta Kırım olmak üzere Suriye’deki, Irak’taki, Balkanlar’daki Türk topluluklarının maruz kaldığı mezalime karşı sesini yükseltmelidir. (Doğu Türkistan’ı önümüzdeki günlerde ayrıca yazacağız.)
Bazı çevreler, -özellikle iktidar çevreleri- “Kırım için Rusya Federasyonu gibi büyük bir ülkeyi karşımıza mı alalım?” diye mazeretler beyan ederken sıra Filistin’e gelince dünyayı ayağa kaldırmaya çalışmaktadırlar. Allah aşkına! Şimdi soruyoruz: Filistinli kardeşlerimizin dini İslam ile Kırım Türkü kardeşlerimizin dini aynı İslam değil mi? Filistinli kardeşlerimizin iman ettiği Allah ile, Kırımlı Türk kardeşlerimizin iman ettiği Allah(c.c.) aynı Allah(c.c.) değil mi? Filistin için ABD’yi karşısına almaktan çekinmeyen Türkiye Cumhuriyeti Kırım Türklüğü için niye sessizliğe gömülmektedir.
Şurası kesin olarak bilinmelidir ki biz sadece Kırım meselesinde değil hiçbir dış meselede Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını tehlikeye atacak maceralara atılmasından yana değiliz. Çünkü biliyor ve inanıyoruz ki Türkiye Cumhuriyeti ayağa kalkarsa bütün Türk-İslam dünyası ayağa kalkar. Allah göstermesin Türkiye Cumhuriyeti çökerse bütün Türk-İslam dünyası sömürge olmaktan kurtulamaz. Düşmanlarımız da bunu çok iyi bildikleri için var güçleriyle ve vekalet savaşlarıyla Türkiye Cumhuriyeti’ni çökertmeye çalışmaktadırlar. Bütün bunlara rağmen en azından Türkiye’de sivil toplum harekete geçirilip sömürgeci güçlerin mallarına ambargolar uygulanıp arkasından Birleşmiş Milletler zemininde bir insan hakları ihlali meselesi olarak dile getirilmesinin önünde hiçbir engel yoktur. Türkiye’nin elinde de büyük kozlar vardır. Türkiye Cumhuriyeti Rusya Federasyonu yöneticileriyle ortak çalışmalar yapıp bu meselelere birlikte çözüm arayabilirler.
Değerli okuyucularımız, Kırım Türklüğüne gönül veren ve ilgi duyanların bu meselede daha bilgili ve şuurlu bir mücadeleyi sürdürebilmesi için bazı kitapları tavsiye etmek istiyorum.
- Gamalı Haçla Kızıl Yıldız Arasında, Neşe Sarısoy Karatay, Sinemis Yayınları (bu eser 23 0cak 2006’da Zafer Karatay beyin yapımıyla belgesel olarak yayınlanmıştır.)
- Kırım Türk Tatarları, Müstecip Ülküsal (1899 Dobruca, 1996 İstanbul, aynı zamanda Emel Dergisinin kurucusu)
- Cengiz Dağcı’nın bütün eserleri
- Hilal Görününce, Sevinç Çokum,
- Teselli, Şamil Alaattin, Bengü Yayınları
- Ak Topraklar, Emine Işınsu Öksüz
- Derin Tarih Dergisi'nin Mayıs 2021 sayısında Kırım Türklüğü meselesine geniş yer ayrıldığı için derginin sadece bu sayısını tavsiye ediyorum.
TEKRAR BAŞA DÖNERSEK SON SÖZÜMÜZ: İNSANLARA HÜRRİYET, MİLLETLERE İSTİKLAL! YAŞASIN DÜNYA TÜRKLÜĞÜNÜN BAĞIMSIZLIK MÜCADELESİ…