Öncelikle ‘kabak’ sözcüğünü tanıyalım: Köken ‘kap’, anlamı malum sebze dışında, ‘ak’ son eki yükleyerek (genellikle) mutfak araç gereç adlarını türetmişiz, kapak, çanak, tabak, bıçak, bardak, açacak gibi.
Sözcüğün marifeti bu kadarla sınırlı değil; ‘önde giden, lider, göz önünde olan’ anlamının ayrımında olmasak da kullanırız. Ön dişleri yenice çıkmaya başlayan çocuğa ‘Kabak dişlerin çıkmak üzere’ demez miyiz?
1807, 3. Selim’in tahtan indirilişi ve 1V. Mustafa’nın tahta çıkışına neden olan isyanın eli bayraklısı, müsebbibi, önde gideni ‘Mustafa’ adlı bir eşkıya olduğundan isyana ‘Kabakçı Mustafa İsyanı’ dendiğini de anımsayalım mı?
Kabakçı’dan söz açılmışken, bir Aydınlı olarak bu eşkıyanın sonunu yazmazsam olmaz. Kabakçı’nın başına gelenleri Allah hiçbir kulun başına vermeye…
Ne mi olmuş?
Zeynep adlı on beş yaşındaki bir kızla gizlice gerdeğe girmiş ama sağ çıkamamış, garibimin ölüsü çıkmış.
Kim mi öldürmüş?
Kim olacak, Aydınlı bir zeybek
Osmanlıyı dört gün kan kusturan Kabakçı İsyanı ve sonrası yazılan bir şiir her şeyi anlatıyor olmalı:
İbretle bak sen Hakk’ın tokadına
Lanet olsun Kabakçı’nın adına
Bütün ömrü çakal çakalına geçti
Doyamadı gelin kızın tadına
Sukabaklarının (susak) kırılgan olmayışları nedeniyle en çok ‘içki kabı’ olarak kullanılırdı. Osmanlılar döneminde içki bazı padişahlar tarafından yasaklanırken, bazıları zamanında görmezden gelindi, hatta bazıları içki üretimine bilhassa teşvik etti.
Abdülhamit hayranlarının pek hoşuna gitmeyecek ama gerçek, gerçek olduğu kadar bazıları için acı olabilir. 1880'li yıllarda Tekirdağ’da ilk içki fabrikası açıldı. Açılışı Maliye Bakanı Sarıcazade Ragıp Paşa yaptı. Niğde / Fertek’te ‘Üzüm Kızı’ markalı rakı fabrikası II. Abdülhamit’in izniyle açıldı.
19.yüz yıla kadar Osmanlıda birkaç türlü meyhane vardı; ruhsatlı olanlara ‘Gedikli’, ruhsatsız olanlara ‘Küplü’, bir de sanki şerbet, şıra satıyormuş gibi gezinen, ama kaçak içki satanlar vardı.
Bunlara ‘Ayakçı’ deniliyordu.
Ayakçılar ‘tas-ı arak’ denilen kadehle içki satarken bir zabitin gelmesiyle ortadan toz olurdu.‘Tas-ı arak-ı toplayıp gitmek’ deyiminin çıkış noktası burada gizlidir.(Anımsatma: Halk rakı anlamındaki ‘arak’ sözcüğü bilinmeyince ‘tarak’ deyip işin içinden sıyrılmıştır)
‘Kabak başta nasıl patlar?’ Küplü meyhaneler sıkça baskına uğrardı, içi içki dolu sukabaklarını ‘vereceksin’ diyen yetkili ile ‘vermeyeceğim’ diyen meyhaneci ve müdavimler arasında çıkan kavganın sokağa taştığı anlar olurdu. Bir şeyden haberi olmayan masum kişiler kavgayı ayırmaya çalışınca genellikle içi içki dolu sukabakları bu garibanların başında patlardı.
Peki, 'kabak tadı vermek' neyin nesi?
Onca çalışan için üç öğün yemek çıkaran o dönemin uzun yolcu gemilerini gözünüzün önüne getirin. Yağ, su, sirke, şarap ve benzeri sıvı maddeler hep sukabakları içinde taşınırdı.
İçindeki lifler iyice temizlenmemiş sukabaklarındaki sıvı maddeler elbette zamanla kabak tadını alacaktı.
“Kabak suyu paklar seni / Efendiler görsün seni” deyiminin altında da ‘kabak’ sözcüğü gizlidir.
Alt tarafları delikli olanları pekmez savurmak için kullanıldığı gibi, ölü yıkanırken bazı bölgelerde kabak özellikle kullanıldığını bilirsiniz.
Eskiden şimdiki gibi herkes ‘efendi, bey’ denmezdi, ‘efendi’ sadece hocalar, imamlar için kullanılan bir saygı sözcüydü. Dolaysıyla bir imamın bir kişiyi her şeyiyle gördüğü an, o kişinin ölmüş halidir.
Bu deyim, şaka yollu ‘Hadi, öl de helvanı yiyelim’ türünden bir anlam içerdiğini bilirsiniz.
‘Kabak’ bunlardan başka ham, olgunlaşmamış (karpuz kabak çıktı),boynuzsuz, hayvan, kel, yaylı çalgı (kabak kemani), bilgisiz kişi (kabak gibi adam) gibi daha nice anlamlarda kullanılır.
Köylünün biri kavak ağancını altında biraz kestirmek ister. Şapkasıyla yüzünü kapatıp sırtüstü yatacağı sırada kavak ağacına dolanan su kabağının meyvelerini görür. Kendince ”Hey koca Allah, adalet mi bu? Parmak kalınlığındaki kabağa kocaman, dev kavağa minik minik meyve vermişsin” diye mırıldandığı sırada parmak başı kadar kavak kozalağı köylünün iki kaşının ortası düşer.
Şaşkına düşen köylü : “ Hey koca Allah, vardır senin bir bildiğin, ya alnıma düşen kabak olsaydı…” diye hayıflanır.
Gelin bu kabak yazısını daha fazla derinleştirmeden bu işi bir ‘atmış altıya bağlayalım’, ama ‘niye atmış altı?’ diye de düşünmeyelim mi?
“Ebûced” ( abcad / ebced Arami / Süryani) alfabesinde her harfe bir rakamsal değer verilmişti. Yani bu alfabeye göre her harfin (birden bine kadar) sayısal değeri vardır: ( Elif : 1, Ba : 2, Cim:3, Dal:4 Hevvez: He : 5, Vav : 6, Ze : 7 Hutti: Ha : 8, Tı : 9, Ya : 10 Kelemen: Kef : 20, Lam : 30 gibi)
Bu hesaplamaya göre, ‘Allah’ sözcüğünün rakamsal değeri ‘66’ eder.
Böylece sohbete konu olan şey Allah’a havale edilmiş olunduğunu gösterir.
‘Hilal’ ve ‘lâle’ sözcüklerinin rakamsal değeri de atmış olduğu için bazı binaların en görünür yerine lale motifi, cami ve minarelerin en yüksek yerine hilal sembolü koyuşumuzun altında “Allah’ım bu binaları biz bu kadar yapabildik, bundan sonra sana emanet” temennisi, duası yatar.
Bir sonraki bir başka kültür yazımızda buluşana kadar rakamlardan hep atmış altıda kalın.