Kendi geleceğini tasarlayamayan medeniyetler sermayeden yemeye başlayan tüccar gibi zarar eder fakat ailesine bu zararı hissettirmemek için işlerin iyi gittiğinden dem vurur. Sermaye biter israfat hızından kaybetmez ..Muhakkak bir gün deniz bitecek gemi karaya oturacaktır.
Einstein diyor ki; ”dünyada var olan sorunlar onları yaratan düşünce seviyesiyle düzeltilemez.” Gemiyi karaya oturtan kaptan değildir, yani Einstein’a göre kaptanın düşünce seviyesidir. Bu durumda kaptanın değişmesi durumu kurtarmaya yetmeyecektir. Kaptan yetiştiren mektepten işe başlanması gerekmektedir.
Dünyanın en büyük inkılapçısı demeyi edebe aykırı bulurum fakat peygamberimizin dünya tarihindeki yerini tam ifade edebilmek ve onun dilinden ilmin önemini vurgulamak zorundayız. “Allah’ım ilmimi artır” diye dua etme döneminden,” faydasız ilimden sana sığınırım yarabbi” dönemine atladığımız günden beri biz sermayeden yemeye başladık. Hep bildiğimizi tekrar etmeyi bize ilim zannettiren vaizler “iki günü birbirine denk olan zarardadır” buyuran hadisi şerifi umursamadılar. İlmin faydasızına çatarız korkusuyla ilmi hal kitaplarından başlarını kaldıramadılar.
Kanuni Devrinde yaşayan Alaeddin Ali Çelebi Beydeba’nın Kelile ve Dimne isimli kitabını tercüme etmiş ve 2 nüsha hazırlamış. Önce zamanın sadrazamı Damat Lütfi Paşa’ya götürür beklenti içinde eserini takdim eder. Damat büyüklenme içinde kitabın ilk sayfasını çevirmiş Kelile ve Dimne adını görünce ;”efendi yazık etmişsin emeklerine bunun yerine bir “kırk hadis” yazsaydın daha faydalı olurdun “ cevabıyla kitabı kaldırmış bir köşeye fırlatmış.Ali çelebi büyük bir üzüntüyle diğer nüshayı Kanuni’ye takdime götürmüş. Yine azarlanırım korkusu yaşayan Çelebiye o koca Türk; Muhteşem Türk ( Avrupa ona öyle diyordu) büyük bir memnuniyet içinde evvela bir kese altın veriyor. Ve o gece bütün kitabı bitirip ertesi gün Çelebi’yi huzuruna çağırtıyor. Gayretini övdükten sonra “seni Bursa kadılığına nasbettim git işine başla“diyor.
“Saltanat dedikleri bir dünya kavgasıdır “olmaya bahtü saadet dünyada vahdet gibi” diye biten o ünlü şiirin yazarı olan büyük Türk Kanuni birlik ve beraberliğin önemine vurgu yapıyor gücünün zirvesindeyken. Biz de gücümüzü sıfırlarken birliği kaç parçaya bölebiliriz diye uğraşan bir başbakanı başımızın üstünde gezdiriyoruz. Neden?
İşte bütün düğüm bu soruda ve cevabında yatmaktadır.. Katip Çelebi yaşadığı dönemde Cihannüma adını verdiği bir coğrafya kitabı yazmakla uğraşırken İstanbul” ulemasının “ birbirini tekfir etmekle birbirini anlamamak için aynı günümüzdeki” İslamcı yazarların yaptığı gibi “çaldığım düdük” makamından fetvalar vermekle meşgul olduklarından şikayet eder.. Belki bir işe yarar diye; İslam’da tenkit ve tartışma usulü isimli eserini kaleme alır. Dekart ile aynı çağda yaşayan ve aynı ilmi endişeler duyan bu gerçek bilim adamımız maalesef Ahmet Cedvet Paşa’ya kadar bir takipçi bile bulamaz.
Amerika’da yetişen 1916 doğumlu ünlü gelecek planlamacısı (Fütürist) kendine göre sosyal mühendis Jacque Fresco bir gün dünyanın gözbebeği Einstein ile bir tiyatro binasının çıkışında karşılaşır. Ününün zirvesindeki Einstein’e tasarladıklarını tasdik ettirmek düşüncesiyle ;”-üstad doğada ahenk var görünüyor bu konuda ne dersin diye soruyor.”Eistein’in cevabı;” Evren kurallı bir yer ancak ahenk; bununla ne demek istediğini bilmiyorum. Fakat doğada bak her şey bir diğeriyle mücadele ediyor, insan bedeni içinde dahi her şey diğeriyle mücadele ediyor, ben bunu görüyorum…"
Bu cevapla ilgi alanlarımızın farklı olduğunu anladım ve bütün ilim dallarının Matematik,sosyoloji antropoloji dahil geleceği şekillendirmede kullanacağımız birer enstrüman olabileceğine karar verdim diyor.Çünkü; ben gördüğümün bir ahengin parçası olduğunu biliyorum fakat O; bunu parçalar arası mücadele diye tercüme ediyor..Önemli olan birilerinin Doğadaki ahenk adı verilen savaşın içindeki barışı, selameti fark edebilmesidir.
1929 ekonomik krizinde çocuk yaştaydım. Kriz derinleşirken birçok insanın adil ve eşit bir yaşam arayışında olduklarını gördüm. Her şey çok kötüye gidiyordu. Çünkü insanların problemleri alt etmek için gereken dili ortak dili konuşmadıklarını fark ettim, diyor. Evet Amerika’da gelişen bir teknolojiyi görüyorsunuz fakat aynı ortamda toplumun yoldan saptığını çatışan talepler karşısında konuşulan dilin yetersiz kaldığını da fark ediyorsunuz. Herkesin talebi bir diğerinin talebini boğmaya alta itmeye dayanıyor ve karşılıklı normal konuşmalar bile ateşli polemikler halini alabiliyordu.
Yani diyor ki fakirin dilinden anlamayan zengin konuştuğu dil yüzünden bir gün toplumun patlamasına ve bir daha parçalarının bir araya gelmesine imkan bırakmayacak biçimde dağılmasına sebep olabilirdi. Yani “vahşi kapitalizmi ehlileştirmek” ve çalışana artan refah payından hisse vermek zorundayız.Tam bizim peygamberimizin ve Hz. Ömer’in arzuladığı devlet modelini tasarlayan bir gayri Müslime karşı karşıyayız.
Fakirlikte tam bir mü’min gibi yaşayan bizler ABD’nin oluşturduğu antikomünist blok içinde yer alırken hem zenginleşeceğimizi hem de ateist dünyaya karşı hiç olmazsa tavır göstererek imanımızı koruyacağımızı zannettik. Ben kendimi erişkinlik döneminden itibaren antikomünist olmak zorunda bırakılmış bir Müslüman gibi hissettim. Bazen kendime sorardım; Müslüman’ın komünizme karşı edecek lafı mı tükendi de bu ateist nizama antikomünist cevaplarla karşı koyuyorum. Amerikan düşüncesinin bu ödünç fikirlerle bedenimde yer tutmaya çalışmasının bedelinin önemsiz olduğu zannıyla bu kuşkunun üstünde durmadım ve yoluma devam ettim.
Ve milletçe zenginleştik. Çok zengin olanlarımız babamın lafıyla “ne din kaygısı ne de un kaygısı” duymadan zevkler deniziyle tanıştı. Fresko’nun dediği gibi farklı dil konuşur oldu. Çok zengin olanların yanında onlara özenen piramidin alt katları sosyo-sibernetik esaslar gözetilmeden sadece özenme güdüsüyle oluşturuldu.
1969-70’li yıllar din ve un kaygısını hala taşıyanlara hitap eden bir “ulvi dava” adamları ortaya çıktı. Önceleri sıra dışı kalan ve ezik insanların toplandığı bu küçük kasaba grupları kendi içlerine öyle bir kapandılar, kulaklarını öyle bir tıkadılar ki, onları ancak “avucuna gelen taşlarla rusları köyünden kovan Erzurum-Hasankale’nin Alvar köyü imamı Efe hocanın menkıbeleri doyurur oldu. Anadolu’nun her yerinde önceden yaşamış böyle saygın örnek insanlar vardır. Anadolu evliyaları ve menkıbelerinden başka bir örnek etkili olamıyordu.
İşte zemin buna uygun hale getirilince Adına “İslami yayınlar” denen kitap, gazete, dergi, kaset ne varsa hepsi hedefine yönelen oklar gibi Anadolu’nun her yerine gönderildi. Bunların sermayesi nereden geliyordu? İnsanımız bunu merak bile etmedi. Dedikodu şeklinde Suudi parası olduğu söylendi. İslami yayınlar, daha sonra İslamcıları, İslamcılar da en sonunda siyasal İslamcıları doğurdu.
Daha önceki yazılarımızda söylemiştik; İslami ve İslamcılık her şeye yeter bir anlam barındıran Müslümanlık ve Müslüman’ın asla tıpatıp benzeri değildir. Suudi-Amerikan ortaklığının bir ürünüdür. Türk aşısıyla şekillenen İslam devlet anlayışının başını gövdesinden ayırmak üzere imal edilen Vahhabi aşısıyla şekillenmiş gaddar vahşi anlamsız otorite kullanan bir acayip devlet anlayışını bize yutturmak için kullanılan bir araçtır İslami, İslamcılık, siyasal İslam ve radikal İslam….Süphanekeyi yanlış okudu veya okuyamadı diye baş kesmeye kalkışanlar mı koyu Müslüman..Türk kardeşim senin vatanına göz diktiler seni uyutmak için sana sunulan bu ifrat modellere karşı kendini koru…Türk vardır. Hem de muhteşem sayfaların sahibi olarak vardır. Bugün nadasa bırakmış göründüğümüz kaynakları kullanırsak sen de buna inanırsan şeytanın imparatorluğu olduğu yerde çökebilir. İnancını kaybetme. Türk bir sentezdir diye tükürük saçanlara Allah o tükürdüklerini birer birer yalatacaktır.