16. yüzyıldan itibaren Arap yarımadası ve verimli hilal Osmanlı İmparatorluğu’nun himayesi altındaydı. Kahire, Bağdat, Kudüs ve Şam, İstanbul’dan atanan valiler tarafından idare edilen Osmanlı-Arap şehirleri haline gelmişti.
Kabileler hala ticarete bağımlı olsa da, daha çok yerel ihtiyaçlarla sınırlı bir ticaret vardı. Eski kervan yolları hala kullanılıyordu ama bu defa asıl olarak kutsal şehirlere gelen hacıları besleme ve konaklayacakları yer sağlama zorunluluğu yerel ekonomiye katkı sağlamakla birlikte, bu imkânlar yarımada’nın ekonomik bakımdan kendisine yeterli olmasına yetmiyordu. Kabilelerin bazıları hacılardan onları koruma karşılığında para alıyorlardı. Para kese değiştirdiği müddetçe, hacıların güvenliği garantideydi. Ama bu para sınırlı ve dönemseldi. Kabileler arası rekabet gittikçe kızışıyordu.
Bir mezhebin doğuşu işte tam böyle bir ortamda oldu ve bölgeye değişim müjdesi verdi. Mezhebin esin kaynağı, yerel bir din âliminin oğlu olan Muhammed bin Abdulvehhab (1703-1792), küçük ama zengin bir vaha kasabası olan Uyayna’da doğmuştu. Muhammed’in babası Abdülvehhab, İslam hukukunun 8.yüzyıla özgü yorumunun bağnaz bir savunucuydu. Hurma ağaçları ve develeri seyretmekten bıkan Vehhab’ın oğlu vaazlar vermeye, 7. Yüzyıla ait saf inançlarına dönüş çağrıları yapmaya başlar. Hz. Muhammed’e tapınmaya karşı çıkan genç Vehhab, kutsal kişilerin türbelerine gidip dua eden Müslümanları, mezarların yatır haline getirilmesi âdetini eleştiriyor, “Tanrının Tekliği’ni vurguluyor ve Sünni olmayan bütün grupları, (hatta İstanbul’daki Sultan-Halife) bazı Sünni grupları zındıklar ve ikiyüzlüler diye suçlayarak inkâr ediyordu. Bütün bunlar. Diğer Müslümanlara özellikle de Şii(İran’a düşmanlık yeni değil) ve Osmanlı İmparatorluğuna karşı aşırı bağnaz bir cihatın siyasi ve dinsel gerekçesini hazırlıyordu.
Baskı, ceza, korkutma, tehdit ve sindirme gibi unsurları uygulayarak, dünyayı doğru, adaletli, sevgi dolu yapmaya çalışırlar. Onlara göre kurallara uyanlar iyi uymayanlar kötüdür. Ne yapmanız gerektiğini size söylemek istemeleri en büyük tutkularıdır. Katı, esnek olmayan yapıları nedeniyle kolayca öfkelenirler. Yakınlarına hayatı dar ederler.
Toplumsal çözüm önerileri rahatsızlık yaratmıştı. İslam’da ceza dayağına inanç, zina yapanların taşlanarak öldürülmesi, hırsızların elinin kesilmesi ve suçluların herkesin gözü önünde infazı konularında ısrar edilmesi, vb. Bölgenin dini liderleri vaaz ettiği şeyleri uygulamaya başlayınca Vehhab’a şiddetle karşı çıktılar. Bir halk ayaklanmasından korkan Uyayna Emir’i vaizden şehri terk etmesini ister.
Vehhab Necd vilayetinin küçük bir vaha şehri olan Deri’ye gelir. Rakip bir emir tarafından kovulmuş bir vaizi haydut emir lakabıyla ünlü Muhammed Bin Suud kabul eder. Öğretilerini kendi askeri hırslarına hizmet edebileceğinin hesapları yapılmıştır. Bu iki kötü adam birbiri için yaratılmış sanki.
İbn Vehhab, İbn Suud’un başarmak istediği neredeyse her şeye uhrevi gerekçeler hazırlıyordu. Diğer Müslüman yerleşim yerleri ve şehirleri talan etmekle ilgili kesintisiz bir cihat; Halifeye kulak asmamak, kendi halkına karşı bir disiplin dayatmak, son olarak Yarımada’yı birleştirme girişiminde komşu kabileler üzerinde kendi yönetimini kabul ettirmek. Uzun bir çalışma sonucunda Emir ve Vaiz, halefleri tarafından hürmet edilecek olan bağlayıcı bir anlaşma üzerinde mutabakat sağladılar. İbni Suud’un anlaşmaya soktuğu madde, onun aklından geçenleri ortaya koyuyordu. Manevi şevk siyasal hırsın hizmetine girecekti. Tersi değil.
İbni Suud çok geçmeden Vaizin karizmasının bulaşıcı bir virüs taşıdığını fark etti. Vaiz ve öğretileri üzerindeki tekelini korumakta kararlı olan Suud, vaizden iki konuda kesin söz istedi. İbn Vehhab hiçbir koşulda bölgedeki başka bir emirden manevi bir ittifak ve hizmetine girme talebinde bulunmayacaktı. İnanması zordur ama İslam’ın evrenselliğinin ateşli savunucusu bir din adamı olan İbn Vehhab böyle bir kısıtlamaya uymayı kabul etti. Emir’in ikinci isteği de doğrudan ona güvensizliğini gösteriyordu. Ne kadar kötü görünürse görünsün, vaiz, yöneticisinin kendi kullarından aldığı zorunlu haraçlara hiçbir zaman karşı çıkmayacaktı. Vehhab bu konuda da hamisiyle uzlaştı ve ona kısa bir süre sonra bu haraçlara gerek kalmayacağı, çünkü ”Allah’ın münafıklarından ganimet şeklinde birçok kazanç vaat ettiği” konusunda fetva verecekti.
Bu uzlaşma bir evlilikle taçlandırıldı. İbn Vehhab’ın kızı İbn Suud’un karılarından biri oluyordu. Böylece Yarımada politikasını şekillendirecek siyasi ve dogmatik yakınlaşmanın temeli atılmış oldu. Dinsel bağnazlık, askeri şiddet, siyasal ihanet ve ittifakları sağlamlaştırmak için kadınların alınıp verilmesinden oluşan bu sistem bugün Suudi Arabistan’ı yöneten hanedanın temel taşıydı.
Suud’lar topraklarına toprak katarak büyüyorlar. Yeni güç İslam’ın kutsal şehirlerini tehdit ediyordu. Şiilerin kutsal şehri Kerbela’ya saldırıp, 5 bin kişiyi öldürdüler. Mekke’ye giren Vehhab’i güçleri Mekke Şerifine emir vererek Peygamber ve Halifelerin mezarlarını tahrip ettirdiler. 1812-1813 Mehmet Ali Paşa Mekke, Medine ve Taif’i Vehhabbilerden temizlemiştir
Vehhabilerin kendilerini bir kere daha bölgesel bir güç olarak ortaya koymaları için bir yüzyıl sonra Halife’nin “ikiyüzlü” Müslümanlarına karşı cihat açmak üzere Britanya İmparatorluğu’yla bir ittifak yapmaları gerekecekti. Birinci Dünya Savaşının ardından 1927 de tam bağımsız Suudi Arabistan Krallığı kurulmuştur.
Hepsinden güçlü başka bir devlet ise daha sonra onlara bütün Yarımadayı teslim edecekti. En saf haliyle doktrinde katılık ve siyasette fırsatçılığın katıksız bir karışımı olan Vehhabizm, Hıristiyanların elindeki bir oyuncağa dönüşmüştür.
Filipinler’de Ebu Seyyaf, Kenya’da Boko Haram, Afganistan, Irak, Suriye ve Libya’da El Kaide, Somali’de Eş-Şebab, Endenozya’da JAD isimli İŞİD versiyonu, Rusya’da El- Kaide’nin Karadulları. Yukarıdakilerin hepsinin arkasında Amerikan, İngiliz ve İsrail istihbaratları kapı gibi duruyor. Para muslukları Vehhabiliğin merkezindeki Suudi Arabistan, BAE, Katar ve Kuveyt’den akmaktadır. Oysa bu 4 Arap ülkesinin gelirlerinin zekâtıyla her yıl 3-4 İslam ülkesi üretim biçimlerini değiştirerek kalkınmalarını gerçekleştirebilirler… Savaşlar ve kaos İslam ülkelerinde yaşanmakta. İslamiyet bu yüzyılda bunlara kafa yormalıdır. Müslüman’ın petrol parası ile gene Müslümanlar öldürülüyorlar. Yahudiler ve Hristiyanlar silah satıp keyif çatıyorlar. Bunu konu edem bir İslam ülkesi lideri gördünüz mü? Böyle ahmak bir din anlayışı olabilir mi?
İran’lı bilim adamı FERDİ; “Suudiler, benim dedem deve’ye binerdi, ben arabaya bindim, oğlum uçak bindi, petrol bitince yine deveye bineceğim der” demiş. Taş devri taşlar bittiği için bitmedi. Ateşin keşfi Maden Devrini ortaya çıkarmıştır. Anlaşılan çöl şeytanı Vehhabiler Petrol bitince deve g..ü yağlamaya devam edecekler.
15 yıl önce ABD vatandaşı Amerikalı Barış Aktivisti Bayan Rachel Corrie, Filistin’de tanıştığı dostu eczacı Samir Nasrallah’ın ailesinin evini yıkmaya çalışan İsrail dozerine direnirken ezilerek öldürülmüştü. Vehhabilerin can dostu İsrail’de mahkeme bile kurulmadı. Başta ABD ve bütün dünya seyretti…
İngiltere hesabına casusluk yaptığı iddiasıyla Rus İstihbaratı tarafından zehirlendiği belirtilen Sergey Skripal ve kızı(yaşamlarını sürdürüyorlar) için dünyayı ayağa kaldıran ABD, İngiltere, Fransa, Rusya’ya karşı ekonomik ambargo uygulamaya kadar gitmişlerdir…
Dünya kamuoyunu yalandan meşgul etmekte olan Kaşıkçı cinayetini hiçbir ülke çözmek için gayret gösteremeyecektir. ABD, İstihbarat elemanının öldürülmesini haraç alarak konu etmediği ve etmeyeceğini göstermiştir. Krallığı kesin olan Suudi prens(azmettirici olduğuna veya olmadığına göre) ve ona alternatif olacak mahdumla da ne pazarlıklar yapıldığını bilmek mümkün değil. Görüyorsunuz kazanan hep ABD oluyor.
Senin ülkende cinayet işleniyor. Ses kayıtları var diye haber yaptırıyorsun. 15 katliamcı Arabistan’dan geliyor, devletin hükümranlık sahasındaki x-Ray sistemlerinden operasyon teçhizatı ile geçiyor, adamı boğazlayıp, kesiyorlar sonrasında da asit ile eritip çekip gidiyorlar. Bu kadar kolay mıdır yabancı bir ülkede bilerek, isteyerek, planlayarak operasyon yapmak. “Rabıta”dan beri devletimiz içinde örgütlendiklerini söylersek yanlış yapmış olmayız.
Bir defa olsun Atatürk’ün mozolesine çelenk koymamış Suudi krallarının ve Vehhabiliğin gücünü gördünüz mü?
Kabe’nin etrafına rezidans yapan görgüsüz, şarlatan, çöl şeytanı Vehhabiler için daha ne söyleyelim.