Değerli okurlar oldum olası dikta rejimlerini asla sevmedim. Aksine nefret duydum. O nedenlerle bu yapılan dikta kalkışmaları ve zorbalıkların hiçbirinin halk yararına olmadığına inanlardanım.
1960 darbesinde Mamak Muhabere Okulunda askerdim. Bizzat bu altmış ihtilalinde kendi çapında görevliydim.
Bu darbelerde siyasi iktidarların hiç suçları yok muydu? Ülkemde yokluk ve yoksulluk diz boyu iken siyasi iktidarlar bunları görmüyor kendileri şatafat ve lüks yaşamlarına devam ediyorlardı.
1960 Askeri darbesinden önce ve sonra olan öğrenci hareketlerini görmüyor ve umursamıyorlardı. Bu öğrenci hareketleri o günden beri sürüp gitti.
Birçok ülkemin yetiştirdiği değerli evlatlar yok olup gittiler.
Ben sadece iki solcu olmak üzere iki öğrencinin yürek yakan dramlarını anlatacağım.
Adı: Sinan Cemgil 15 Kasım 1944 Doğumlu varlıklı ve eğitimli bir aile çocuğuydu.
ODTÜ de okuyor 5 dil biliyordu.
İşçiyi, Köylüyü ve Halkını düşünmemiş olsa okuyup Mühendis olacaktı. Köylüleri toprak ağalarına karşı ayaklandırmak için gitti. Onu uğruna ölümlere gittiği köylüler ihbar etti ve öldürüldü...
ANNE, BABA ve OĞUL
Takvimler 31 Mayıs 1971'i gösteriyordu. Köy meydanına fırlatılıp atıldığında üzerinde bir iç çamaşırı, onlarca mermi deliği vardı. Babası Adnan Bey, oğlunun cansız bedenine bakarak köylüye haykırıyordu:
"Ben varlıklı bir aileden geliyorum. Öğretmenim. Ekonomik durumum oldukça iyi. Oğlumu en iyi şekilde yetiştirdim. En iyi okullarda okuttum. Ülkenin en güzide üniversitesi ODTÜ'de okuyordu. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktu. Ölmese yüksek mühendis çıkacak ve o da varlıklı bir hayat yaşayacaktı. Fakat o sizin iyiliğiniz için öldü. Bunu bilesiniz diye söylüyorum."
Evet! Sinan, köklü ve varlıklı bir aileden gelmekteydi. Öğretmen olan anne ve babasından aldığı elit eğitimle İngilizce, İtalyanca, İspanyolca, Fransızca ve Latince bilmekteydi. Dante'den ezbere şiirler okuyacak kadar birikimli ve entelektüeldi.
Mütevazı bir vatanseverdi. Bir gün ders esnasında Amerikalı bir öğretim görevlisinin "Kaç yıldır ODTÜ'de okuyorsunuz. Nasıl İngilizce bilmezsiniz?" diyerek çıkışması üzerine; bütün kültürel birikimini bir kenara bırakarak;
"Biz ODTÜ'de üç kelime öğrendik: yankee go home! Bu da bize yeter." demekle yetindi. Yabancı dil yeteneğini fakir gösterip, fikir zenginliğiyle konuşmak böyle bir şey olsa gerekti.
Köylüleri toprak ağalarına karşı ayaklandırmak amacıyla gittiği Nurhak Dağları’nda jandarma tarafından öldürüldüğünde henüz 27 yaşındaydı.
Na’şının etrafında bekleşen köylülerse onu ihbar edenlerdi aynı zamanda.
Annesi Nazife Hanım, oğullarını kucaklamak için yanaştığında köylülere o meşhur konuşmasını yaptı:
Bu; Oğlum Sinan!
( Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan'ı göstererek) “Bunlar da O'nun arkadaşları, kardeşleri. Onlar da oğullarım! Bu çocuklar, bu oğullar; Bu ülkeyi, halkı, sizleri sevdiler. Başka bir istekleri yoktu. Her biri birer dehaydı. Her biri üstün zekâlı, güzel çocuklardı. Dileselerdi, düzenin adamları olsalardı, şimdi burada cansız yatmazlardı. Birer milyoner olurlardı. Ama onlar, halkı, sizleri sevdiler. Sizin sorunlarınızı omuzladılar.”
Utancından başını yere eğen bu köylülerin yoksul bakışlarında; Sonsuzluğa uğurlandılar.
ERDAL EREN
17 yaşında darağacında...
Türkiye'de demokrasinin kara lekesi olarak bilinen 12 Eylül 1980 Darbesi'nin üzerinden 41 yıl geçti.
O güne dair yaşananlar hafızalarda yeniden canlanırken, idam edilenler arasında bir isim de hala unutulmadı.
Erdal Eren 1980 yılında tutuklanmış 18 yaşının altında olmasına rağmen yaşı büyültülerek idama mahkûm edilmişti.
Vatandaşlar ölüm yıl dönümünde Erdal Eren kimdir, kaç yaşındaydı ve neden idam edildiğini bilmeyen yok sanırım.
Benim açımdan önemli ve dramatik olan son mektubu. Buyurun okuyalım:
"Sevgili annem, babam ve kardeşlerim;
Sizlere bugüne kadar pek sağlıklı mektup yazamadım. Ayrıca konuşma olanağımız ve görüşmemizde olmadı. Zaten dışarıdayken de birbirimizi anlayacak şekilde konuşamadık.(bu konuda sizlere karşı büyük oranda hatalı davrandım. Ancak bunu size karşı saygı duymadığım, bu nedenle böyle davrandığım şeklinde yorumlamamanızı dilerim) bu nedenle sizlere anlatacağım, konuşacağım çok şey var.
Ancak olanak yok. Düşüncelerimi bu mektupla anlatmaya çalışacağım. Şu anda ne durumda olacağınızı tahmin ediyorum. Ama çok açıklıkla söylüyorum ki benim moralim çok iyi ve ölümden de korkum yok. Çok büyük bir ihtimalle bu işin ölümle sonuçlanacağını çok iyi biliyorum. Buna rağmen korkuya, yılgınlığa, karamsarlığa kapılmıyorum ve devrimci olduğum, mücadeleye katıldığım için onur duyuyorum. Böyle düşünmem, böyle davranmam, halka ve devrime olan inancımdan gelmektedir.
Ölümden korkmadığımı söylemem, yaşamak istemediğim, yaşamaktan bıktığım şeklinde anlaşılmamalı. Elbette ki hayatta olmayı ve mücadele etmeyi arzularım. Ancak karşıma ölüm çıkmışsa, bundan korkmamam, cesaretle karşılamam gerekir. Biliyorsunuz ki bu ceza işlediğim iddia edilen suçtan verilmedi. Asıl amaçlanan böyle bir olayla gözdağı vermek ve mücadeleyi engellemek hedefine dayalıdır. Bu nedenle sizin de bildiğiniz gibi, kendi hukuk kurallarını çiğneyerek bu cezayı verdiler.
Cezaevinde yapılan (neler olduğunu ayrıntılı bir biçimde öğrenirsiniz sanırım) insanlık dışı zulüm altında inletildik. O kadar aşağılık, o kadar canice şeyler gördüm ki, bugünlerde yaşamak bir işkence haline geldi. İşte bu durumda ölü korkulacak bir şey değil, şiddetle arzulanan bir olay, bir kurtuluş haline geldi. Böyle bir durumda insanın intihar ederek yaşamına son vermesi işten bile değildir. Ancak ben bu durumda irademi kullanarak, ne pahasına olursa olsun yaşamımı sürdürdüm. Hem de ileride bir gün öldürüleceğimi bile bile. Sizlere bunları anlatmamın nedeni yaşamaktan bıktığım ya da meselenin önemini, ciddiyetini kavramadığım gibi yanlış bir düşünceye kapılmamanız içindir. Bütün bu yapılanlar, başımdan geçenler, kinimi binlerce kez daha arttırdı ve mücadele azmimi körükledi. Halka ve devrime olan inancımı yok edemedi. Mücadeleyi sonuna kadar, en iyi bir şekilde yürütmek ve yükseltmekten başka amacım yoktur.
Mesele benim açımdan kısaca böyle. Ancak sizin açınızdan daha farklı, daha zor olduğunu biliyorum.
Anne, baba ve evlat arasındaki sevgi çok güçlüdür, kolay kolay kaybolmaz. Ve evlat acısının da sizin için ne derece etkili olacağını biliyorum. Ama ne kadar zor da olsa bu tür duygusal yönleri bir kenara bırakmanızı istiyorum. Şunu bilmenizi ve kabul etmenizi isterim ki, sizin binlerce evladınız var. Bunlardan daha niceleri katledilecek, yaşamlarını yitirecek, ama yok olmayacaklar. Mücadele devam edecek ve onlar mücadele alanlarında yaşayacaklar.
Sizlerden istediğim bunu böyle bilmeniz, daha iyi kavramaya çaba göstermenizdir. Zavallı ve çaresiz biriymiş gibi ardımdan ağlamanız beni yaralar. Bu konuda ne kadar güçlü, ne kadar cesur olursanız, beni o kadar mutlu edersiniz.
Hepinize özgür ve mutlu yaşam dilerim.
Devrimci selamlar
Oğlunuz Erdal"
Daha sonra ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu’nu yazmak isterim.