Ermeniler’in Karabağ’a hâkim olma arzuları yeni değildir. Ermenilerin Karabağ’daki hâkimiyetlerinde başrolü Moskova oynamıştır ama Azerbaycan’ın Rus işbirlikçisi komünist yöneticileri de suçlular arasındadır.
Karabağ, 28 Mayıs 1918 tarihinde kurulup 27 Nisan 1920 günü Rus işgaline uğrayan Azerbaycan Cumhuriyeti’nin sınırlarına dâhildi. Moskova’nın ilk yaptığı iş, Azerbaycan’ı ikiye bölmek olmuştur. “Zengezur” adı verilen bölgeyi Ermenistan’a hediye ederek Nahçıvan ile Azerbaycan’ı ayırmıştır.
Bu uygulamanın birinci sebebi Türkiye ile Türk Dünyası arasındaki kara bağlantısını kesmekti. Moskova, işi zamana yaymış ve 70 yıl içerisinde, tarihi Türk yurdu Karabağ’da Ermeniler, çoğunluğu elde etmenin verdiği şımarıklıkla saldırıya geçmişlerdir.
Geçen bir asırdan beri devam eden ermeni propagandasının sonucunda yeryüzündeki bütün Türkler “medeniyetsiz” ve “vahşi” bir millet, Ermeniler ise dünyanın en mazlum, dertli ve sessiz, ama medeni bir milleti olarak gösterildi.
Bu işte, tarih boyunca Türklerin Asya ve Afrika’daki hâkimiyetini kıskanan ve onları bu kıtalardan kovmağa çalışan batı dünyasının ve özellikle İngilizlerin de büyük rolü olmuştur.
1912 yılında Rusya’nın Van, Erzurum ve Bitlis başkonsolosu olmuş General Mayevski “Van’daki hadiseler, Ermenilerin öldürülmesi” adlı raporunda şunları yazıyor: “Ermeni milleti hiç kimsenin değil, yalnız aklını kaybetmiş liderlerinin kurbanı oluyor. Onların liderlikleri sayesinde binlerce kan-kardeşleri mahvoldular.
Lakin bunun yerine, onlar hiç de kendi sosyal durumlarının iyileştirilmesini temin edemediler, aksine, acıklı ve karışık bir vaziyete düştüler”.
Bu günümüzde de böyle değil midir? Toplam nüfusu başkentimiz Ankara kadar bile olmayan Ermenistan yokluklar içerisinde kıvranıp, yüz binlerce insanı Rusya’da ve Türkiye’de çok düşük ücretlerle çalışmasına rağmen Rusya ve Amerika’ya güvenip Türkiye’ye kafa tutabilmektedir. Hâlbuki önümüzdeki 50 yılda büyük Ermenistan mümkün değildir.
Burada bir başka ilginç konu; milletler arası arenada acımasız bir rekabet içerisinde olan ABD ve Rusya’nın Karabağ meselesinde Ermenistan’ın yanında yer almış olmasıdır. Tıpkı Kıbrıs meselesinde Rum tezlerini savundukları gibi…
Bilindiği gibi birinci cihan harbi sonrasında ABD tarafından ilan edilen Wilson prensiplerinin “her halk çoğunluk olduğu yerde kendi kaderini tayin hakkına sahip olmalıdır’’ tezi, özellikle Anadolu’nun doğusunda bir Ermenistan kurma hayali ile ilgilidir.
Ama yanlış hesap Talat’tan dönmüştür. Osmanlı devleti tehcir kararıyla bu oyunu bozmuştur. ABD’nin karizması çizilmiştir, ABD’nin Türkiye’nin güney sınırlarını hâlen tanımıyor olmasının sebebi budur.
Günümüzde de Ermeni tezini desteklemesi ise yüz yıl önce Ermenilere verdiği sözleri yerine getirememenin mahcubiyeti, Hıristiyanlık taassubu ve Ermeni diasporasının baskısıyla oluşan iç politik sebeplerdir.
Zira bu mesele ABD iç politikasında önemli tesir uyandıran bir faktördür.
Aslında, Azerbaycan’da olan soykırımlar geçen yüzyılın başlarından başlayıp bugüne kadar devam eden bir silsiledir, bir zincirdir. Karabağ ve Hocalı bir katliam gibi, soykırım gibi, birbirini takip eden birbirini tamamlayan sistemli olaylardır.
Bu yüzyıllardır süregelen tarihi bir stratejinin, siyaset silsilesinin, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte ortaya çıkıveren yeni bir halkasıdır.
Ancak Hocalı’yı esas cazip kılan, bölgenin dış dünyayla bağlantısını kurabilecek yegâne askeri havaalanına sahip olmasıydı.
Ruslar, Çarlık döneminden beri stratejik sebeplerle ve Hıristiyanlık mensubiyet duygusuyla Ermenilere sürekli destek olmuşlardır.
Bunun en çarpıcı örneklerinden birisi Dağlık Karabağ meselesidir.
Türkiye’ye karşı tarihi bir ittifak içerisinde olan Rusya ve Ermenistan’ın bu ilişkilerinin son günlerde özellikle askeri boyutlarda daha da derinleştiği gözlenmektedir ve halen Ermenistan’ın en büyük ticari ortağı Rusya’dır.
Ekonomik gelişmelere paralel olarak, özellikle askeri alanda yaşanan tırmanış dikkat çekicidir. Bu bağlamda söz konusu silahların bölgede kime karşı ve ne için bulunduğu sorusu da akla gelmektedir.
O tarihteki Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un Ermenistan ziyaretinde dile getirdiği “Benim köküm Tiflis’e bağlıdır, damarlarımda Ermeni kanı akar, atalarım Tiflis’tendir, Ermeni kanımı ise başkası ile mukayese etmek gereksizdir. Çünkü bende başkası yoktur.” şeklindeki sözleri başka ve derin ön yargı anlayışın ifadesidir.
Karabağ meselesine gelince…
Her şeyden önce meseleyi yanlış adlandırıyoruz. Rusya’nın desteğindeki Ermenistan’ın (Karabağ Ermenilerinin değil) işgal ettiği topraklar “Dağlık Karabağ”dan ibaret değildir. Karabağ’ın tamamından fazladır. Türkiye’de en yetkili şahıslar bile “Ermeniler Karabağ’dan çıkmadıkça Ermenistan kapısı açılmayacaktır” şeklinde konuşabilmektedir. Mesele Karabağ’la bitmiyor ki… İşgal altındaki diğer 7 bölge ne olacak? Kırk bin şehidin kanı ne olacak? Şu anda Ermenistan’ın esareti altında bulunan binlerce Türk’ün durumu ne olacak? Saldırgan Ermenistan savaş tazminatı vermeyecek mi?
Sovyetler Birliği’nin kurulması esnasında sınırlar çizilirken komşu ülkelerin kendi aralarında ihtilaflı alanlar oluşturulmuştur.
Burada Azerbaycan yönetiminin takip ettiği siyasetinde üzerine durulması gerekir. Bir kere Azerbaycan yönetimi her vesileyle Rusya’ya göz kırpmaktan vazgeçmeli ‘’Elçi Bey’in akıbetine uğrarım’’ korkusunu üzerinden atmalıdır.
Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye’deki bazı çevrelerde hâkim olan “ver kurtul” anlayışının Azerbaycan’da da bazı çevrelere sirayet ettiği görülmektedir. Bu çevreler de “gözden çıkardığı” Karabağ’ı elden çıkaramıyor.
Karabağ, silah zoru ile işgal edildiğine göre, son çare silahla geri almak değil midir?
Azerbaycan Türklerinin Karabağ’dan vazgeçmesi mümkün değildir.
Evet, Ermeniler çok iyi propaganda yapıyorlar, batılı devletler (bilhassa AB-ABD ikilisi) dindaşları Ermenilere çok yoğun destek veriyorlar. Onlara göre Türkiye, Kıbrıs’ta uyguladığı politikayı Ermenistan ve ermeni meselesinde de uygulamalı. Diyorlar ki, Türkiye, Azerbaycan için kendini niye tehlikeye atsın. Azerbaycan topraklarını geri alamıyorsa biz ne yapalım?
Hâlbuki Ermenistan’ın bizden istediği toprak, para ve itibar, Azerbaycan’ın işgal ettiği topraklardan çok daha fazladır. Bütün doğu Anadolu’yu kendi toprağı sayıyor. Doğu Anadolu’ya “batı Ermenistan” adını veriyor. Gelecekte başkentini Van’a taşımayı planlıyor. Bununla da yetinmeyip, Karadeniz’e çıkış istiyor. Açıkçası doğu Karadeniz de Ermenilerin hedefleri arasındadır.
Ama önümüzdeki 50 yılda bunun mümkün olmadığını dünya âlem bilmektedir.
Ermenistan samimi ise anayasasından Türkiye’den soykırımı tanıma, toprak ve tazminat isteyen maddesini kaldırmalı. Ermenistan’ın bu anayasası yürürlükte oldukça Türkiye ile Ermenistan arasında beklenen yakınlaşmanın gerçekleşmesi mümkün değildir.
Bugün Azerbaycan fakir bir ülke değildir. Nüfusu Ermenistan’ın iki mislinden fazladır. Zengin doğal gaz ve petrol yataklarına sahip olmasından dolayı ciddi bir mali güce ulaşmıştır.
Süratle güçlü bir ordu kurmalıdır, bu orduyu modern silahlarla teçhiz etmelidir.
Azerbaycan yönetimi siyasi ve iktisadi demokrasiyi ülkesinde hâkim kılarak halkın gücünü arkasına alarak Ermenistan’la mücadelede pekâlâ mesafe alabilir.
2006 yılında ‘’Dünya Ahıska Türkleri’’ kurultayı için gittiğim Bakü’de binlerce son model lüks otomobiller ve hızla yükselen kâşaneler gördüm.
Bakü’nün kenar mahallelerinde ise Karabağ kaçkınları yoksulluk ve sefalet içerisinde yaşıyordu. Bugün de fazla bir şey değiştiğini zannetmiyorum.
Meselenin milletler arası zemine taşınması bunun için de insanlık âleminin alakasını Karabağ, Hocalı ve Ermeni zulmüne çekebilmeyi başarabilmesi lazımdır.
Bir Filistin meselesi 56 yıldan beri dünya kamuoyunda konuşulmakta, asılsız Ermeni soykırımı iddiaları 103 yıldır dünya kamuoyunu meşgul etmektedir.
Elbette Türkiye üzerine düşeni yapmalıdır ama öncelikle her halk kendi öz gücüne güvenerek işgal altındaki topraklarını kurtarmayı başarabilmeli kendi öz gücüyle bağımsızlığını savunabilmelidir.
Meselenin dünya kamuoyuna duyurulması ve insanlığın hafızasında derin izler bırakması gerekmektedir.
Azerbaycan yönetimi insanlığın dikkatini bu meselelerin üzerine teksif edebilmek için çok yoğun tanıtım faaliyetleri yapmalı uluslararası üne sahip sinema filmi yapımcılarına hiçbir masraftan kaçınmadan yaptırılacak filmlerle ve dünyanın değişik yerlerinde ve dillerinde basılmış kitap, broşür ve yayınlarla bıkmadan usanmadan haklı davasını anlatmalıdır.
Batı’nın yüksek teknolojisine müracaat edildiği gibi gelişmiş sinema endüstrisinden de istifade edilmelidir.
Hocalı Soykırımı’nı yapanların kimler olduğunun bilinmesine rağmen bu katiller serbest dolaşmakta hatta cezalandırılmak yerine tam tersi cumhurbaşkanı ya da savunma bakanı yapılarak ödüllendirilmektedir.
Robert Koçaryan 1992'de Hocalı Soykırımı’nı gerçekleştiren kuvvetlerin çete reislerinden biriyken sonrasında Ermenistan Cumhurbaşkanı olmuştur.
Soykırımın yaratıcılarından o dönemin çete lideri bugünün cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan hocalı Soykırımı’nın faillerindendir.
11 Temmuz 2008 tarihinde Srebrenitsa katliamının yıl dönümünde değerli arkadaşımız Arslan Küçükyıldız tarafından TRT İnt ve TRT Türk’te 26 saat kesintisiz canlı olarak TRT 1 ve TRT 2’de kısmen “mavi kelebeğin izinde” adıyla yayınlanan bir belgeselden hemen sonra bu belgeselin Avrupa kamuoyunda uyandırdığı tesirler sebebiyle “Sırp kasabı Radovan Karacic” ve General Radko Miladiç uzun yıllar saklandıkları inlerinden çıkarılarak yakalanmıştır. Lahey Adalet Divanı’nda ağır hapis cezalarına çarptırılmışlardır. Aynı şekilde Bosna’da katliamlar yapan ve tarihi Mostar köprüsü’nü top ateşiyle yıktıran Hırvat general Slobodan Pralak aynı mahkemede yargılanırken yüzüğündeki zehiri içerek intihar etmiştir.
Bu hadiseler bu tür yayınların dünya kamuoyundaki tesirlerinin çarpıcı birer örneğidir.
Karabağ’daki söz konusu çete elabaşlarının da adalete teslim edilmesi içinde aynı kampanyalar açılabilir.
Benzeri bir çalışma TRT’nin o tarihteki Bakü temsilcisi olan değerli arkadaşımız Raşid Demirtaş’ın “Hocalı’nın Çığlığı” isimli belgeseli Azerbaycan için bir başlangıç olmuş ama maalesef Azerbaycan yönetimi tarafından devamı getirilememiştir.
1999 yılında Türk Dünyası İnsan Hakları Derneği, Birleşmiş Milletlere Hocalı katliamının ‘soykırım’ olarak kabulü için dilekçe vermiştir.
Birleşmiş Milletler yetkilileri bu dilekçeyi “eşleştirin, eksikleri tamamlayın” diyerek iade etmiştir. Aynı dernek 2002 yılında eksikleri tamamlayıp dilekçeyi yeniden verdiği halde 19 yıldır bu konuda bir netice alınamamıştır.
Bu da Birleşmiş Milletler yetkililerinin Karabağ meselesine ve Hocalı katliamına alakasızlığının çarpıcı bir örneğidir.
Son yıllarda başkent Ankara’da ve Türkiye’nin muhtelif illerinde meydanlarda, üniversitelerde Hocalı katliamının yıl dönümü dolayısıyla yapılan mitingler, yürüyüşler, anma toplantılarında Azerbaycan milletvekillerinin ve iktidar ve muhalefet partileri milletvekillerinin konuşmacı olarak katılmış olması yine meselenin bir iç politika malzemesi olmaktan kurtulacağının ve bir milli politika ekseninde buluşulacağının sevindirici işaretleridir.
Türkiye’nin yapamadıkları ve yaptıkları;
1990’larda Türkiye bu meselede çok gevşek davranmış Azerbaycan’ın arkasında duramamıştır. O dönemin politikacılarında tarihi Rus korkusu ağır basmıştır.
Hâlbuki Sovyetler Birliği dağılmış, Kızıl Ordu darmadağınık ağır silahlarını bile çok cüzi bedeller karşılığı sağa sola satar durumdaydı.
Karabağ’ın kalbi alev alev yanarken, Azerbaycan Türkleri yardım çığlıkları atarken ve Hocalı'da yüzyılın soykırımı yapılmışken, dönemin başbakanı Süleyman Demirel, pısırık bir politika izlemiş, Türk milletinin şuurlanmaması için soykırım kamuoyuna duyurulmamıştır.
Bölgede aktif bir siyaset izlenmesi ve askerî müdahalede bulunulması ve Azerbaycan'a yardım için Ermenistan'ın ablukaya alınması gerektiği yüksek sesle dillendirilmesine rağmen, Demirel hükümeti, bu tür bir uygulamadan kaçınmayı tercih etmiştir. Hâlbuki Türkiye cumhuriyeti Azerbaycan Cumhuriyeti'nin kardeşidir... Hâlbuki ortada olan gerçek 'iki devlet, tek millettir.
Hocalı Soykırımı tüm dünyanın kanayan vicdanıdır... 20. Yüzyılın sonunda en büyük insanlık ayıbının adı: Hocalı Soykırımı'dır...
Türk milleti ise meselenin başından itibaren çok duyarlı davranmıştır. Hocalı katliamından hemen sonra Türk Ocakları’nın öncülüğünde Türk-iş, Hak-iş, Türkiye Kamu-Sen gibi üye sayıları milyonlarla ifade edilen sendikalarının ve yüzlerce sivil toplum kuruluşunun, Türk derneklerinin iştiraki ile Türk Dünyası Dayanışma Platformu kurulmuştur.
İlk iş olarak büyük bir miting planlanmış mitingden bir gün önce Prof. Dr. Muammer Aksoy’un karanlık eller tarafından katledilmesi miting ve cenaze güzergâhının aynı olması sebebiyle büyük olaylar çıkar endişesi ile miting iptal edilmiştir.
Bu dayanışma grubu her vesileyle toplantılar düzenlemiş cumhurbaşkanlığı katı başta olmak üzere devlet ve hükümetler nezdinde işin takipçisi olmaya devam etmiştir.
Ayrıca aynı gaye için kurulan Türk dünyası dayanışma konseyinin bu konudaki çalışmaları dikkate değerdir. Son 5-6 senedir bu çalışma grubunun ve konseyin çalışmaları biraz gevşettiği de maalesef görülmektedir.
Türk milleti son iki yüzyılda yaşadıklarını asla unutmamalı, kendilerini, çocuklarını ve devletlerini buna göre hazırlamalıdırlar! Varlıklarının yegâne temeli, budur.
Öte yandan, Türkiye, Avrupa, Amerika ve Rusya’ya bağımlı olmadan, Kafkas ülkeleri ile yakın dostluklar geliştirebilir ve menhus nefret hastalığını insanların ruhundan kazımak için kolların sıvanmasında öncülük edebilir. Kilisenin ve siyasetçilerin ekmiş olduğu bu kin ve nefret hastalığının ancak kazınmasından sonradır ki bu bölgeye huzur gelebilir.
Bugün yapılması gerekenler;
Öncelikle,Türkiye Cumhuriyet’i devleti Arakan ‘daki Filistin’deki zulüm gören Müslümanlara gösterdiği hassasiyeti ve Kudüs meselesi ile Birleşmiş Milletler’ de gösterilen çabaların neticesinde alınan olumlu sonucun aynısını Karabağ konusunda da almak için aynı olağanüstü çabaları göstermelidir zira Türk milleti için Arakan ,Filistin ne ise Karabağ da da aynı derece de önemlidir üstelik buralar sadece dini bağlarla değil milli bağlarlada bağlı olduğumuz milletdaşlarımızın yaşadığı Türk topraklarıdır.
Her şeyden önce Türkiye - Azerbaycan ve Türkiye - Türk Dünyası ilişkileri iktisadi siyasi kültürel münasebetleri hızla geliştirilmelidir.
3 Ekim 2010’da oluşturulan tarih boyunca Türk devletleri arasındaki en geniş anlaşmaları ihtiva eden “Türk Konseyi” isimli milletler arası kuruluşun daha aktif olması sağlanmalıdır.
Türkiye cumhuriyeti devletinin öncülüğünde gerçekleştirilen ve geçtiğimiz günlerde işletmeye açılan Bakü- Tiflis- Kars demiryolu hattı bölgenin ekonomik kalkınmasına önemli bir ivme kazandıracaktır.
Bu demiryolu Asyanın derinliklerinden batı avrupaya kadar uzanan bir demiryolu ağının önemli bir parçası olmak açısından da önem arz ettiği gibi aynı zamanda türkiyenin Türkistan da ki diğer türk cumhuriyetleri ile iktisadi bağlarının daha da gelişmesini sağlayacaktır .
Aynı zaman da demiryolu hattının Ermenistan sınırlarının dışından geçmesi Ermenistanın hepten yanlızlığa itilmesi ve Ermenistan yöneticilerinin akıllarının başlarına toplamaları açısından da bir ikaz niteliği taşımaktadır.
Özellikle Azerbaycan ile Türkiye arasındaki alfabe birliğine yakın günlerde Kazakistan Cumhuriyeti’nin de katılmış olması sevindiricidir. Aynı kararı diğer Türk cumhuriyetlerinin de almasının sağlanması gerekir.
Zira Türklerin birliği önce dilde, sanatta, duyguda, düşüncede, zihniyette, kafa yapısında, bakış açısında, hedef birliğinde, ruh birliğinde, gönül birliğinde, anlayış ve kavrayışta olacaktır. Bunu sağlayacak olanda sanat, edebiyat ve bilimdir.
Aynı fıtratın çocukları olan Türkler aradaki zaman ve coğrafya farkını hızla kapatmak ve aynı paralelde ve ortak bir duyarlılıkta buluşmak zorundadır.
“Dilde, fikirde, işte birlik” olacaksa bunun zemini öncelikle duygu ve düşünce birliğidir ki bunun somut karşılığı da edebiyattır.
Kendi içinde mahalli farklılıklarının zenginlik oluşturduğu bir dil, edebiyat ve düşünce birliği Türklerin birliği projesinin alt yapısıdır.
O halde Turan birliği için her Türk ülkesinde her Türk, kendi lehçesindeki Türkçeyi bilecek ve bunun edebiyatıyla haşir neşir olacaktır. Duygu ve düşünce birliği böyle mümkün olacaktır.
Ayrıca asıl önemli meselemiz son zamanlarda dünya Türklüğü üzerinde batı kültür emperyalizminin hızla etkisini arttırmasıdır.
Türkiye Türkleri üzerinde Amerika ve Avrupa kültür emperyalizmi nasıl bir etkiye sahipse, Türkistan Türklüğü üzerinde de bu zehirleyici etki yavaş yavaş artmaktadır.
Batının kokuşmuş eğlence kültürü, uyuşturucu, uyutucu, oyalayıcı, çürütücü müziği, sineması, edebiyatı, yaşama biçimi hem Türkiye’de hem de Türkistan’da bir afet gibi yayılmaktadır. Bu tür yabancı emperyalist kültür istilalarına karşı bütün dünya Türklüğünün kendi milli, İslami ve yerli kültür birikimine ve hazinelerine yaslanması, oradan beslenmesi ve milli varlığını oraya sığınarak koruması temel bir zarurettir.