Bu yazımda ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik olumsuzluğun nedenleri ve küreselleşmenin içine veya sömürü çarklarının içine nasıl yavaş yavaş çekildiğimizi irdelemeye çalışacağım. Çünkü bugünkü ekonomik olumsuzlukların belli bir sürecini gözden geçirmezsek şu an ne olup bittiğini ortaya koyamayız.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ekonomik yaşamda Keynesçi ekonomik anlayışın ve uygulamanın bazı ülkelerde egemen olduğunu görmekteyiz. Bu anlayışın temelini devletin ekonomik hayata karışması oluşturur. O zaman bu ekonomik hayata karışmanın gerekliliği üzerinde de durulmuştur. Siyası iktidarı ellerinde bulunduran hükümetler para ve maliye politikaları ile veya gelir ve giderleri kontrol ederek ekonomik hayıtın istikrarlılığını sağlayacaklardı. Temel ilke buydu.
1950 ve 1960lı yıllarda bazı ülkelerde sağlanan ekonomik başarıların nedeninin de bu Keynesçi anlayışın uygulanmasıyla sağlandığı görüldü. Ancak 1970li yıllardan sonra ABD’nin Vietnam’da yenilmesi ve doların değerini yitirmesi, Bretton Woods denilen ve sabit kur sistemine dayanan dünya para sisteminin çökmesi ve dünya petrol fiyatlarının hızla yükselmesi sonrasında ekonomilerde üretim ve ona bağlı olarak verimlilik hızla azaldı. İşsizlik ve enflasyon hızla yükseldi. Bazı ülkeler karşılaştıkları ekonomik kriz sonucunda diğer gelişmiş ülkelerden borç para almaya başladılar.
Bu arada 1980li yıllarda ABD’de Reagan, İngiltere’de Teacher iktidardaydılar. Bunların liderliğindeki hükümetler işbaşındaydılar. Bundan sonra artık Keynesçi anlayış ve uygulama terk edildi. Bundan sonra ekonomi de serbestlik anlayışı ve uygulaması başladı. Tabii ülkemizde bu ekonomik anlayışı benimsemekte gecikmedi. 24 Ocak’ta yapılan ekonomik liberasyon programıyla ekonomide neoliberal sağcı, muhafazakar anlayış hakim olmaya başladı. Ekonomide ithal ekonomisi terk edildi. Ekonominin belli bir sürede planlı, programlı kalkındırılması anlayışı terk edildi. Ekonomide hiç vakit kaybedilmeden serbestlik döneminde geçilmeliydi. Serbestlik her alana hakim olmalıydı. Bu uygulamayla ekonomik büyüme çok hızlı bir şekilde en yüksek seviyesine çıkarılmalıydı. Ayni şekilde iç ve dış ticarette de liberasyonun önündeki her türlü engeller kaldırılmalıydı. İhracatçı ve ithalatçılara her türlü teşvik edici tedbirler getirilmeliydi.
Bu anlayış ve uygulamalara göre hükümet artık ekonomik hayatta hakem rolünü oynamalıydı. Devlet çok hızlı bir şekilde ekonomik yaşamdan elini ayağını çekmeliydi. Hemen en kısa sürede küçülmeliydi. Devlet elindeki KİT’leri ve ekonomik işletmeleri, kurumları bir an önce özelleştirmeliydi. Elinde bulunan ve milyonlarca kişinin istihdam edildiği ekonomik işletmeler çok kısa sürede elden çıkarılmalıydı. Bunlar devletin üzerinde yük gibi gösterilmeye başlandı.
Hiç vakit geçirilmeden bu anlayışın etkisiyle uygulama başlatıldı. İlk heyecan ve ilk uygulamalarla faaliyetler başarı gibi gösterildi. Ekonomi büyük ölçüde dışa açıldı. Sanayi ve dış pazar adamları dış pazarları tanıdılar. Ama bu durum şüphelidir. Çünkü zaten o zaman kadar ihracat ve ithalat yapan birçok firma faaliyet gösteriyordu. Ülkemizin bu konuda bakanlıkları vardı. Ancak şunu söyleyebiliriz. O devlet dış ticareti daha çok teşvik etmekle bu konuda bir canlanma sağladı. Böylece iç e dış ticaret hacmi arttı. Ekonomiden devlet elini çekmeye başlayınca özel sektörün payı daha çok artmaya başladı. Döviz fiyatları arz ve talebe göre belirlenmeye başlandı. Ulaşım haberleşme ve enerji alanlarında büyük atılımlar yapılmaya başlandı. Bunların alt yapıları oluşturuldu. Turizm gelirleri, inşaat işleri, bayındırlık işleri artı gelişti.
Finans sektöründe dünya ile bütünleşmeyi sağlayan önlemler alınmaya başlandı. Ancak ülke kalkınması açısından yararlı faaliyetlerin görüldüğü bu süreç çabuk tamamlandı. Bilhassa 1988’den sonra Türkiye ekonomisinde başlayan bu dinamizm ve hareketlenme sürdüremedi. Bu tarihten sonra ekonomik yaşam tökezlemeye ve yavaşlayamaya başladı. İç ve dış açıklar yeniden büyümeye başladı. İç ve dış ödemelerde sıkıntılar baş gösterdi. Ekonomik yaşam bu negatif etkileri daha fazla kaldıramadı ve herkesin bildiği 5 Nisan 1994 ekonomik krizine girildi. Artık gün ve gün ekonomik krizin etkileri ve sıkıntıları geniş kitlelere ve ekonominin her tarafına yayılmaya ve etkilerini göstermeye başladı. Kişi başına düşen gelir hızla düştü. Yatırımlar yapılamaz hale geldi. Enflasyon hızla yükselmeye başladı. Artık tüm bunlar gösteriyordu ki 1980’li yıların başlarında uygulanmaya başlanan ekonomi politika iflas etmişti. Ekonomi adeta hastalanmıştı.
Türkiye’deki bu ekonomik yaşamın bozulması ve iflası ayni zamanda bizim gibi ülkelerde kendi felsefe ve anlayışını uygulatmak için dayatmalara girişen IMF’nin de iflası demekti.
Ülkemizde bu dönemde ekonominin yapısının bozulmasının ve adeta iflas etmesinin ve bu günlere kadar etkisini sürdürmesinin nedenlerini şöyle açıklayabiliriz:
Bu süreçte yalnızca finans sektörüne önem verilmiştir. Üretim ve sanayileşme hafife alınmış ve gereken önem verilmemiştir. Finans sektörüne fazla önem verilmesinden sonra bu alanlarda kurulması gereken kontrol mekanizmaları gereğince kurulmayınca ortaya çok geçmeden yolsuzluklar çıkmaya başladı. Bunlar adeta açıktan yapılır hale geldi. Bilhassa bankacılığı iyi bilen ve bankacılığın her türlü hilesini bilenler için değişik yollarla, halkın gözünden kaçırarak içinin boşaltılacağını çok iyi bilenler bu alanda faaliyete başladı. Hemen bankaları satın almaya başladılar. Üstelik bu kişiler bazı fon ve borçlanma politikaları ile çok kısa süre içinde zengin edilmeye başlandı. Bu hızlı bir şekilde başlatılan ve yürütülen özelleştirme politikası sırasında devlete borçlanarak devlet parasıyla aldıkları bu bankaların içini hızla boşaltmaya başladılar. Kendi kurdukları yurt içi ve yurt dışı hayali işletmelerine bu bankalarda topladıkları halkın paralarını aktarmaya, Türkiye’den para kaçırmaya başladılar. Üstelik bankaların içini boşaltıp banka gelir gider dengesi bozulduktan ve giderlerini borçlarını karşılayamaz hale geldikten sonra da bankalarını ve finans kuruluşlarını devlete bırakmışlardır. Ya da devlet bu batırılmış bankaları genel ülke ekonomik dengeleri daha gazla bozmasın veya çalışanlar açıkta kalmasın diye el koymak zorunda kalmıştır. Tüm bu banka ve finans kuruluşlarının zararları devlete bırakılmıştır. Bu zararlar görev zararları adı altında devlete bırakılmıştır.
Bu şekilde devlete bırakılan 10 bankanın devlete olana maliyetinin ve zararının 50-60 milyar dolar olduğu tahmin edilmektedir. Bu Türk milletinin cebinden giden para ve önündeki sofrasından eksilen lokması demektir. Çocuğunun geleceğinin çalınması demektir.
Bu dönemde yaratılan finans sektöründeki işletmelerin de kısır olduğu üretime yönelmedikleri sadece piyasada parasal rant peşinde koşmaya başladıkları görülmüştür.
Bu dönemde ekonomi ve Türk maliyesinin bütünlüğünü ve istikrarını bozan bir diğer konuda fonlar konusudur. Böylece yıllarca bütçe denklik ilkesi korunurken bu dönemde bütçe denklik ilkesi bozulmuş. Bazı harcamalar bütçe dışından karşılanmaya başlandı. Bu harcamaların görüldüğü hesapların ve muhasebelerinin kontrolü Türk milleti adına denetim görevi yapan kuruluşlarımızın etkileri ve kontrolleri dışına çıkarıldı. Gelirlerinin giderlerinin ve faaliyetlerde harcamalarının ne olduğu gözden kaçırıldı. Bunların sonucunda bütçe politikaları ve da iflas etti. En korkunç olanı da bu dönemde tüm kamuya keyfiliğin hakim olmaya başlaması olmuştur. Artık rantçılık köşe dönücülüğü ve yolsuzluk normal şekilde yapılır hale gelmiştir.