1929 yılıydı. Kış fena bastırmıştı...
Çankaya Köşkü’nün penceresinden baktığında kurtların cirit attığını gördü. Yalnızdı. Sabaha kadar sofrada misafirleriyle derin sohbetlere dalmış, yatalı kısa zaman olmuştu. Ailesini ve ileride kurmayı hayal ettiği evliliğini düşünürken içini saran tatlı bir telaşla uykuya daldı…
Berberi Mehmet Tanrukutmete günün ışıdığını ve henüz birkaç saat önce uyumaya giden, Gazi Paşa’nın her nasılsa erkenden ayaklandığını, emir erinin, “Kalk Memo! Paşa seni istiyor, tıraş olacakmış!” sesiyle anladı.
“Çabuk ol Mehmet! Paşa Hazretleri arkadaşlarıyla Ankara dışına gezintiye çıkacakmış. Bir telaş var…”
Bu havada, bu kış kıyamette nereye gidilecektir ki? Diye kendi kendine sorarken tıraş malzemelerini ve genel maksatlı küçük cerrahi müdahale ekipmanını hızla çantasına koydu, uçarcasına, kara bata çıka soluğu Gazi’nin yanında aldı.
Paşa, çoktan berber kürsüsüne oturmuş beklemekteydi.
“Hadi bitir tıraşı, sonra sen de bizimle geleceksin…” dedi.
O anlarda evinde bulunan Kılıç Ali’nin de telefonu acı acı çaldı. Uyandı, yataktan fırladı. Telefondaki ses başyaverindi.
“Derhal seyahate çıkılıyor efendim. Hemen gelmenizi emir buyurdular Paşa Hazretleri.”
Saate baktı, vakit sabaha az kalmıştı. Hazırlandı, hemen köşke gitti.
Gazi o gün Kırşehir’de Özel İdare’den maaş alan öğretmenlerden, birkaç aydır maaş alamadıklarından dolayı şikâyet mektubu almış ve o gece sofrasında bulunan ilgili bakandan, öğretmenlerin niçin aylardır maaş alamadıklarını sormuş. Bakan da, “Havalar kış… Belki de onun için postalar işleyememiştir,” diye yanıtlamıştı.
O cevap üzerine, “Ya? Demek şimdi muhasaradayız (kuşatma) öyle mi? O halde şimdi biz de sofradan kalkar, gider, hem yolu açarız hem de Kırşehir’de öğretmenlerin dertlerini yakından dinleriz,” demiş ve derhal hareket emri vermişti.
Alışılmışın dışında kötü bir kıştı. Hava çok soğuktu...
Gazi gece sofrasında davetli bulunanlardan bazılarını da alarak gün tan ağarmadan yola çıktı.
Yola koyulanlar arasında gazeteci Falih Rıfkı da vardı. Berber Mehmet arkadaki arabada yaverlerle birlikte yol alıyordu. Hava o kadar pusluydu ki bir ara konvoy yolu kaybetti. Araçlar kara saplanınca tipiye rağmen yürüyerek bir köyün kahvesine sığındılar.
Soba soğuktu. Sahibi tedariksiz davranmış odun stoklamamıştı.
Mehmet hemen dışarı çıktı, bulabildiği kuru dal parçalarını getirip sobaya koydu, alevlendirmeye çalıştı ancak soba yanmıyordu. Herkes ellerini birbirine sürterek ısınmaya çalışırken Gazi’nin sesi duyuldu:
“Çabuk ol Memo! Donduracaksın çocukları. Gören de hiç ayazda kalmamış bunlar sanacak. Anlaşılan yaş ilerleyince rahata alışmış bunlar,” diye gülümsedi.
Mehmet koştu, dışarı çıktı, araçlardan birinin deposuna daldırdığı hortumla benzin çekti, küçük bir kaba doldurup geri döndü. Dönmesiyle benzini sobanın içindeki odun ve dal parçalarının üzerine atınca gürültü koptu.
Soba bir anda parlayınca kahvede bulunanlar kendilerini bir köşeye attı. Gazi küçük bir beden hareketiyle tedbirini aldı, köşelere sıvışanlara bakıp gülümsedi. Mehmet’e baktı, “Aferin çocuk iyi yaptın,” dedi.
Köşelere sıvışanlar üzerlerini toparlayarak hemen sobanın başına geçip ısınmaya başlarken, Gazi ellerini saç sobanın üzerinde gezdirerek ısıtmaya çalışırken, eskileri hatırladı, anlattı:
“Biz Harbiye’de okurken bir kış gene böyle çok şiddetli geçiyordu, okulun sobaları yanmıyordu. Derdimizi idareye anlatamadık. Arkadaşlar müdüre çıkmak için beni seçtiler. Müdür Zülüflü İsmail Paşa… Kendisini görmek için izinler aldım. Huzura çıktık. Soba meselesini açtık. Paşa birdenbire gürledi: “Soğuk mu? Ne soğuğu? Padişah efendimizin nimetleri gözünüze dizinize dursun. Görmüyor musunuz sobalar cayır cayır yanıyor. Çıkın, nankörler!”
Boş bir sandalyeyi altına çekip oturdu, bacak bacak üzerine attı, sigarasını yaktı, meraklı bakışlar altında konuşmasını sürdürdü:
“Baktık müdürün sobası gerçekten gürül gürül yanıyor. Paşa da buram buram terliyordu. Sıcaktan yakasını açmıştı. Ve sanıyordu ki mektebin tüm sobaları böyle yanmakta…”
Bir müddet sustu. Sonrasında yanındakilerin her birinin gözlerinin içinden geçen keskin bakışlarını Kılıç Ali’de odaklayarak, “Çocuklar biz Çankaya Köşkü’nde bazen, Zülüflü İsmail Paşa gibi kendimizi aldatmış olmayalım?” dedi.
Herkes susmuş sözlerin gerisinde neler olacağını düşünürken, Mehmet’in omzuna vurarak, “İçimizi ısıttın Memo, var ol!” dedi, ardından herkese seslendi:
“Hadi şimdi gitme vaktidir! Öğretmenler bizi bekler…”
Öğle saatlerinden çok sonra Kırşehir sınırına geldiler. Protokol gereği vali, başında şapka arkasında frak olduğu halde sınıra gelmişti. Gazi’nin içinde bulunduğu otomobili bir kez daha tarlaya saplandı. Etraftan yetişen köylüler otomobili kurtarmaya çalıştı. Vali de resmi kıyafetin içinde, çamur içindeki köylülere emir veriyordu. Gazi, “Vali Bey, bu kıyafet neden gerekli?” diye sordu.
Vali, “Efendim yol erkân bunu gerektiriyor,” deyince Gazi: “İşte masa başında yapılan talimatnameler, hatta kanunlar, günün birinde böyle gülünç de olurlar! Bilmek lazım olan yol, bu yol değildir; bizim geldiğimiz yoldur. Bu memleketin beklediği yol, şu karda kışta üzerinden emniyetle geçilebilecek yoldur…” diye konuştu.
Gidilecek yere varıldı. Öğretmenlerin dertlerini dinledi. İstirahat edildi. Gazi ve beraberindekiler Kırşehir’den Yozgat’a hareket etti.
Kent sınırında vali kazma kürek yolu açmaya çalışırken Gazi’yi karşısında buldu. Yanındaki İçişleri Bakanı Şükrü (Kaya) Bey’e dönerek, “İşte yol bilen vali böyle olur. Her ile böyle yol ve erkân bilen bir vali yok mu?” dedi ve ilave etti:
“Dilediğin zaman gidemediğin yere nasıl vatanım diyebilirsin?"
Kaynak:
Hulusi Turgut, Kılıç Ali'nin Hatıraları, İş Bankası Yayınları