Bayramlar bir ülkenin milli ve dini dayanışma günleridir. Duyguların coştuğu, sevgi ve saygı hislerinin canlandığı, insanların kaynaştığı güzel günlerden biridir. Milli bayramlarda törenler yapılır, tarihteki başarılarımız ile o başarıya imza atan atalarımız hatırlanır.
Dini bayramlar da milli bayramlar gibi kültürümüzün önemli bir parçasını oluşturur. Bayram sabahı erken kalkılır, temiz giyinerek, özenle hazırlanarak namaza gidilir, büyüklerimizin ellerinden öpülür, küçüklerimize sevgi gösterilir, kabir ziyareti yapılmak suretiyle dini görev yerine getirilir.
Bu kültürden gelen bir ailenin bireyi olarak, bayram namazından sonra, babamla birlikte Süleyman Rüşdi Efendi’nin Karacasu’da bulunan türbesine gider, şükür namazı kılar, bizi bayrama kavuşturan Allah’a şükrederdik. Bunu her bayram tekrarlar, verdiği nimetler karşısında Allah’a teşekkür etmenin verdiği manevi huzuru yaşardık.
Bu manevi huzurla giderdik evimize… Annemin babamın elini öpüp, başını koyarak başlattığı bayramlaşma geleneğini ablam ve ben devam ettirir, önce çekirdek ailemizle sonra aile büyüklerimizi ziyaret edip bayramlaşırdık.
Dedem Halil Gürbüz, dokumacıydı. “Kadı Halil” olarak tanınırdı. Şimdilerin yaygın anlatımıyla “home ofis” çalışırdı. Evinin çok geniş bir avlusu, avluda da “tezgah evi” ve “gasser havuzu” vardı. Tezgâh evinden sabahın erken saatlerinden itibaren “şakka da şakgak şakga da şakgak” diye dokuma tezgâhının melodisi yükselirdi.
Dedemin başyardımcısı anneannemdi. O tezgâh başında çarşaf dokuyan, masur sarma makinesini çalıştıran; böylelikle ev ekonomisine katkı sağlayan; bütün bunların yanında ev işlerini aksatmayan biriydi. Bu arada evde yatalak durumdaki Kadı Ayşe nineme saygıda kusur etmezdi.
Bayram insanları kaynaştırıp bir araya getiren vesilelerden biridir. Tüm aile bu kaynaşmayı önemserdi. Bayram gelmeden özel hazırlıklar yapan anneannem çeşitli yemekler ile ev baklavasını hazır eder, dedemle birlikte Karacasu dışında yaşayan evlatlarının yollarını gözlerdi. Dayım, teyzelerim ve kuzenlerim bayram ziyareti için Karacasu’ya geldiklerinde avludaki erik ağacının altında bayram sofrasında toplanır, aynı tabağa kaşık sallardık.
Sofranın vazgeçilmezleri vardı. Hepsi Karacasu usulüydü. Odun ateşinde, saç ayak üzerinde pişmiş “guzu etli balme aşı”, iki bıçakla hazırlanmış kıyma ile pişirilen kocaman bir “haranı” “badılcan dolması” ve ev baklavası ile saraylı denilen tatlı sofranın yıldızıydı.Hepsi de eşşiz lezzetliydi.
Bakmayın şimdi etli butlu olduğuma, o zamanlar sıska biriydim. Tabakta kalan tatlıyı şurubuyla birlikte yemem için bana “deli 25’lik” vaad eden dedemin ısrarıyla tabağı bitirir, “savaş kazanmış komutan” edasıyla 25 kuruşu alırdım. Yarışı kaybeden dedemin ise sevincim, sevinci olurdu. Evlatlarını, torunlarını bir sofrada toplamanın mutluluğunu yaşayan, mimarı olduğu manzara karşısında, sevinçten dört köşe olup, havalara uçan ‘Kadı Halil’in, keyfine diyecek olmazdı.
Bu güzel günler dedemin sağlığında her bayram tekrarlandı. Önce dedem göçtü dünyadan; ardından annem… Karacasu insanı çalışkandır, çalışkan olmak zorundadır. Annem de tıpkı annesi gibi aile ekonomisine katkı sağlamak için canını dişine takan; hünerli, hamarat, fedakâr bir Karacasu insanıydı. Büyüklerim anlatır… Bundan 56 yıl önce, bendeniz henüz 1 yaşındayken annemin “talaş sobası”nda pişirdiği yemekleri babam Aydın’da açtığı lokantada satarak geçimimizi sağlarmış. Daha sonraları evde terzilik yaparak aile ekonomisine katkı sağlamaya devam etti. Bundan 32 yıl önce henüz 48 yaşında, daha hayatının baharındayken, sanki öbür tarafta çok işi varmış gibi; erkenden göçtü dünyadan… Hem dedemin hem de annemin yokluğunu dolduramadık. Onlarsız sofranın tadı kaçtı. Haliyle ‘Kadı Halil’in bayram sofrası kurulmaz oldu.
İçimizde burukluk olsa da bayramın birinci günü gerçekleştirdiğimiz Süleyman Rüşdi Efendi türbe ziyaretini babamla birlikte geçen yıla kadar devam ettirmeye çalıştık. Ardından “Evlat yolu gözlemesinler” diye mezarlığa koştuk. Ölmüşlerimiz için, “bana da bir Fatiha yok mu” diye bekleyen kimsesi kalmamışlar için dualar ettik.
Her Karacasulu gibi babam Bahri Töz de çok çalışkan biriydi. Marangozluk, lokantacılık, bakkallık, Almanya macerası derken; hayatı boyunca hiç ölmeyecekmiş gibi çalıştı. İşinde aşındaydı. Sabahın köründe açtığı dükkânını gecenin geç saatlerine kadar açık tutmak suretiyle ailesini namerde muhtaç etmedi. O da bundan 9 ay önce hayata veda etti. Vefatından bir hafta önce 87 yıllık ömrünü, şu cümleyi kurarak özetledi: “Ben hayatta yürümedim, koştum. Siz kıymetini bilin!”
Sözü fazla uzattım…
Bugün bayram…
Elini öpecek ne annem kaldı ne de babam…
Bu bayram da Süleyman Rüşdi türbesinde şükür namazı kıldıktan sonra, evlat yolu gözlemesinler diye kabre koşmak isterdim, pandemi tedbirleri engel oldu.
Siz, siz olun! Anne ve babanız sağ iken onların kıymetini bilin. Gidin ve onlara sarılın. Onların duasını alın. Sadece bayramlarda değil, bunu her zaman yapın. Unutmayın! “Her canlı ölümü tadacaktır.” Demem o ki; yarın sarılıp, helalleşecek anne ve baba bulamayabilirsiniz.
Şuan tarifsiz duygular içindeyim…
Abdurrahim Karakoç’un şu dörtlüğü ile yazımıza nokta koyalım:
Yaza dönsün kışınız, bayramlar bayram olsun
Dert görmesin başınız, bayramlar bayram olsun
Otlar/dikenler dolsun Nemrut'ların çanına
Kolay gelsin işiniz, bayramlar bayram olsun.
***
Değerli dostlar!
Bugün her zamankinden farklı bir yazıyla misafiriniz oldum. “Sürç-i lisan ettikse affola!” Bayramınız mübarek ola!