Mahalledeki evimiz dağın yamacına yaslanmış Orta Pınar yanındaydı. Önceleri toprak damlı idi. Babamın genç yaşta vefatı sonrasında vasiyeti gereği kasabaya taşındık.
Mehmet Ecer Dayının Mustafa oğlana gelin evi olsun diye devrettik. Mustafa genç yaşta öldü, anası rahmetli Emir Hala burada yaşamaya başladı, ara ara doğup büyüdüğüm evi ziyaret eder, bir gece geçirirdim. Çocukluğumun hatıraları hayalimde canlanırdı.
Sancıları tuttuğunda anam beni bu evin girişinde doğurmuş. Rahmetli anam, harman sonu, üzümler ermeye başladı diye anlatırdı. Rahmetli okul yüzü görmemiş, yazı, tarih ve saatten de bihaberdi.
Bu evde bir oda vardı ki, süs odası gibi durur, kullanılmazdı. Anam bizi bu odaya sokmazdı. Tahta divan örtüsü ve oyaları anamın çeyizlik işlemeleriydi. Başlıkları el emeği, göz nuru samandan yastıklar vardı, tek penceresinin oyalı örtüsü, yerde bir mangal ve küçük bir iskemle ile üzerinde küçük idare lambası dururdu. Babamın damatlık kaput paltosu ile anamın siyah kadife gelinlik paltosu kapının arkasında asılı dururdu.
Biz o küçük mahallenin orta pınar önündeki meydanda epey çocuk toplanırdık. Saklambaç, yakar top, telden araba, çelik çomak oynardık. Kızların oyuncak bebekleri vardı. Gülser ile Hayriye kız, beş taş oyununu en güzel oynayanlardandı. Emin ‘i bir defa dolduruşa getirerek, kayanın tepesinden atlattırdık, en iyi atlayan sensin dediğimizde kayadan aşağı uçtu. Zeynep anamız Emin’i önce bir güzel dövdü, sırtına bindirerek, ardından çıkıkçıya götürdü. Emin benim sütkardeşim, anamı akrep sokunca, zehirlenmesin diyerek Zeynep Ana emzirmiş beni. Biz hep böyle önce bir dövülürdük, sonra bir çaresine bakılırdı.
Bir gün Musdan’ın kardeşi Mesude kızın Kara Armut denen tarlalarında yaktıkları ateşten eteği tutuşur ve yanarak ölmüş.
Biz bu meydanda oynarken yeni mezun sağlık memurları gelir, yakaladıkları çocuğu omuzdan verem, koldan çiçek aşısı yapar, en çok sevdiğimiz ise, kahverengi bir sıvı döktükleri küp şeker de verirlerdi. O yüzden omuzumuzda birkaç verem aşısı izi oldu.
Bir de arada bazı görevliler gelir, evleri gezer, kapıların arkasında asılı olan kâğıtlara bir şeyler yazarlardı. Sıtma hastalığına karşı Sıtma Eradikasyon şube memurluğunun bir çalışmasıydı bunlar...
Sıtma son günlerindeydi, önlenmişti. Verem hastalığı ise, en büyük hastalıktı. Taş Plaklarda “Veremli Kız” şarkısı çalardı. Bir kız hiç durmadan kesik kesik öksürür, “Zavallı kız verem olmuş, yaprak dökümünü bekler” diye söyledikçe gözyaşları sel olurdu. Aşık olup da yemeden içmeden kesilenler, hasta olanlar için de bir hastalık belirlenmişti. Bu derdin adı “İnce hastalık” veremle eş değer tanımlaması yapılırdı…
Akşam anam tarhana çorbası pişirdi. İçerisine nohut, kırmızıbiber filan katarak güzel bir tat vermeye çalıştı. Tarhana odun ateşinde kaynıyordu, bizim kızın sünger topu zıpladı, zıpladı, tarhananın içine cum diye düştü. Sofraya oturduk. Babam rahmetli besmele çekip de kaşığı daldırdığında, top babamın kaşığındaydı. Babam şöyle yemeği bir kokladı, anam tencereyi götürdü. Az sonra kızarmış yumurta ile içeriye girdi.
Ben bu köyde anamın süslü odasında sünnet oldum. Tam o esnada çişim geldi. Beni kaçacak mı zannettiler neyse pencereye çıkardılar, sal aşağıya dediler, bir de baktım ki, bizim yüksekçe pencereye merdivenle seyretmek için sıralanan arkadaşlarımın üzerine doğru çiş yaptım hepsi çil yavrusu gibi kaçıp dağıldılar. Rahmetli öğretmenim Çetin Yılmaz hoca da tee Köşk ilçesinden o yaz sıcağında gelmişti, “Ali ağlamadı, sen de aşağı kalma ağlama” diyerek bağırıyordu.
Yağmurlu bir günde, devriye gezen iki Jandarma eri, tepeden tırnağa ıslanmıştı. Babamın ısrarları karşısında elbiselerini kuruttular, babamın elbisesinden giyerek iki gün bizim evde kaldılar, silahları bizim duvara asarak köyde gezip dolaştılar.
Tam da o günlerde Paşaköylü Mustafa Çelen, nişanlısı ve ailesinden tam 9 kişiyi öldürmüş, Çine Canavarı namıyla gazetelere bile manşet olmuştu. O gergin günlerde katil Mustafa Çelen aranıyordu. Köyümüze de aramaya geldiler, aynı askerler bizim eve de geldiler.
Yine o haftalarda, bayram gününde Paşa Ahmet ile ağabeyi arasında tavuklar soğan bahçesine girdi diye tavuk öldürme işi aileye ateş etme şikâyetine dönüştü. Bir gece köy kuşatıldı, her nasılsa bizim ev çok kalabalıktı. Askerler geldi, şikâyetin fiyasko olduğu anlaşıldı. Anamlar, askerler ve evdeki misafirlere bal kabağı ve undan lelengi böreği yaptılar, yanına pekmez de koydular, böreği pekmeze batırıp da yemek ne de güzel olurdu…
Dayımın bir gönül ilişkisi konuşuluyordu. Jandarma bizim eve baskın yaptı, dayım aranıyordu. Süngü takarak, bizim zahire ambarlarını silahlarıyla karıştırdılar, yorganları devirdiler, anacığım çırpınıyordu. Saman damlarını filan aradılar. Ben de askerlerin peşinde çok eğleniyordum. Bu arada kız tarafı beni keşfetti, Almancı ağabeyleri bir yandan Alman çukulatası veriyor, askerler şeker tıkıştırıyor, ben yalanıyordum, mutluydum, hiç bu kadar çukulata ve şeker yememiştim. Hepsi birden üzerime geliyorlardı.
“Söyle oğlum Dayın nerde?”
Oysaki ben doğruyu, duyduğumu söylüyordum, Akşam dayım bize geldi, Nazilli Güzelköy’deki kardeşliğine gittiler diyorum ama inanmıyorlardı. Ben dayımı sattım mı? Meğer aslında babam ve dayım beni atlatmışlar. Benim duymam için Nazilli, Güzelköy muhabbeti yapmışlar. Ne de olsa çocuktan al haberi diye bir söz vardı.
Çok geçmeden dişlerim simsiyah oldu, dökülmeye başladı.
Ali Rıza Uskut Dayı ise, bana sık sık dinlediği Sofya radyosundan bir kız bulduğunu söyleyince çok sevindim.
Sofyalı kız…
O çocuk halimde işi ciddiye aldım, Sofyalı kız gelecek diye anamın süslü odasında artık ben oturuyordum. Anam Ali Dayıya gitmiş, bunu vazgeçir diyerek… Sözde Sofyalı kız gelmiş, benim siyah dişlerimi görünce “dede bu” demiş gitmiş…
Böylesine güzel, hareketli, sevgi saygı dolu, cıvıl cıvıl bir çocukluk yaşadık. Şartlarımız zor da olsa, yırtık çizmemizle, çürümüş dişlerimizle, soğuk ve yağmurlu havalardaki üşümelerimizle, oyunlarımızla, fırk diyerek burnumuzu çektiğimiz sümüklü çocuklar da olsak, yine de çok mutluyduk.
Her şeye rağmen o zaman ki kadar, Şimdi de mutlu olsaydık yeterdi bize…