Aralarındaki dostluğu daha da pekiştirmek için devlet adamlarının birbirlerine hediyeler gönderdiğini bilirsiniz.
1889 yılında Japon Kralı Meisi, 2. Abdülhamit’e Japon İmparatorluğu’nun en büyük nişanını verince, 2. Abdülhamit 79 m uzunluğundaki hediyelerle dolu gemiyi Japonya’ya gönderir. Dönüşte kayalıklara çarpan gemi paramparça olur, kazada 500 personelden sadece 79 kişi kurtulabilir.
Parçalanan geminin kaptanı çoğumuzun bildiği tanıdık biridir; Atatürk’ün ilk bakanlarından Hasan Ali Yücel’in babası, Can Yücel’in dedesidir.
Büyük şehirlerimizin görünür yerlerine dikilen meydan saatlerinin çoğu hediyedir. Örneğin, İzmir’in Konak Meydanı’ndaki Saat Kulesi (1901) Alman 2. Wilhelm tarafından Sultan 2. Abdülhamid’e hediye edilmiştir.
Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın 2. Mahmut’a gönderdiği hediye tarihimizde unutulur gibi değildir; iki zürafa, iki de fil…
Hayvanların gemiden indirileceği gün halk Çiniliköşk Meydanında toplanır. Kalabalık öyle artar ki ezilenlerin bile olduğu söylenir.
Nihayet beklenen dört hayvan Kahire Hayvanat Bahçesinin bakıcısı nezaretinde sarayın bahçesine getirilir. Dört dev hayvanı gören bir pişman, görmeyen bin pişman.
Bu garip hayvanlara bakarak dua edenler, gözünü fal taşı gibi açıp da kapatamayanlarla etraf dolup taşar.
Kahire Hayvanat Bahçesinin bakıcısı hayvanları teslim ettiğinden işi bitmiş, acilen geri dönmesi gerekmektedir.
İşte burası zurnanın zırt dediği yerdir. Bundan böyle bu dört dev hayvanı kim bakacak?
Uzaktan bakarken bile bu dev hayvanlardan korkan halkın arasından aranan nitelikte bakıcı bulunması hemen hemen imkânsızdır. Davul eşliğinde İstanbul sokaklarında dolgun maaşla bakıcı aranır, ama nafile…
Geceli gündüzlü bu garip hayvanları görmeye gelen kalabalık nedeniyle padişah günlük işleriyle yapamaz, gece rahat uyuyamaz olmuştur.
Ertesi gün bakıcı aranmaya devam edilir, dolgun maaşın yanında ek olarak bakın ne teklif edilmiştir: “Zürafa ve filler mübarek hayvandır. Besmeleyle dokunan ömrü boyunca kazadan beladan uzak olur. Cennetteki yeri Nahidelerin (turunç memeli kızların) kucağı olacaktır!”
Demek ki, çıkar uğruna ayakkabı, terlik gibi dinin günlük yaşamda kullanılışı yeni değilmiş, çok yazık!
Bugünkü gibi, İstanbul sokakları iş arayanlarla doludur; iş arayanların omzunda balta varsa, odun kırma, ip varsa hamaliye, çapa kürek varsa bağ, bahçe işi aranmakta olduğu anlaşılırdı. Bir de omuzlarında hiçbir alet taşımadan iş arayanlar da vardır ki, işte bu tiplere ‘İpsiz sapsız’ denirdi.
İki Ağrılı çoban tam bu deyime denk düşmektedir. Birbirlerine Memo ve Hasso diye hitap eden Ağrılı iki çoban, hayvan bakıcısı arandığını duyunca, “Biz, yıllardır soğukta, karda, kışta Ağrı Dağı eteklerinde hayvan gütmüşüz, dört hayvanı mı bakamayacağız?” diyerek iş başvurusu için sarayın kapısına dayanırlar.
Saray, Dingo / Ringo’nun ahırı değil ki, her gelen girsin; kapıcı bir kişinin girebileceğini söyleyince Memo ile Hasso uzun uzun bakışırlar, sonunda Memo, Hasso’dan önce davranır ve içeri girer.
Bir yetkili, Memo’yu, Mısır Hayvanat Bahçesi bakıcısına teslim eder. Gerçek bakıcı bir zıplayışta filin omzuna oturur, bizim Ağrılı Memo ancak merdiven yardımıyla zürafanın sırtına çıkabilmiştir.
Kendini Ağrı Dağı’nın doruğunda hisseden Memo fal taşı gibi açılmış gözleriyle kalabalık içinde Hasso’yu arar, göremeyince zürafanın omzunda başlar feryat etmeye:
Hassoo… de ki bizimkilere:
Memo bindi bir alemete,
Tabutsuz gidiyo kıyamete,
Belli ki menzil ecel beşiği
Ya döner, ya dönmez,
Hakkını helal ediyor deyiver
Bizim evdekilere!…
Memo’nun yakarışlarını Hasso duydu mu, Memo’nun sonu ne oldu, Hasso ipsiz sapsız haliyle iş buldu mu bilinmez, ama iki fil ve iki zürafanın dört ay içinde öldükleri tarihi bir gerçektir.
18.03.2021 günü okullardan andımızın marşı kesinkes kaldırıldığını duyunca neden, niçin, nasıl olur gibi yüzlerce soruyla boğuşurken, bir an için kendimi zürafa sırtındaki Memo gibi hissettim.
Andımız sözlerinin özünde, bir ulusun padişahın ümmetliğinden/kulluğundan vatandaşlığa giden kararlılık yattığı belli değil mi?
Anayasa’nın 66. Maddesini hâlâ anlayamayanlara bir açıklama daha ben yapayım: ”Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlanan herkes Türk’tür” Bu cümleye bakarak öküzün altında buzağı bulamazsınız!.. Bulsanız da padişahın filleri gibi dört aydan fazla yaşamaz.
Korsika doğumlu ve Korsikalı Napolyon en yüksek makama getirilir ama asla anadilini hiç kullanamadığını yetkililer bilmiyorsa benden duymuş olsunlar.
“”Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlanan herkes Türk’tür ” cümlesi, İtalyan Milli Marşındaki “Viktorya nerede? İzin verin kafasını eğsin, Tanrı onu Roma'nın kölesi yaptığı için. İzin verin tabura katılalım, Ölmeye hazırız! Ölmeye hazırız!” cümlesinden daha mı ırkçıdır?
“Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlanan herkes Türk’tür ” cümlesi Fransız Milli Marşındaki “Oğullarınızı ve kadınlarınızı boğazlamak için. Silahlanın ey vatandaşlar! Tabur tabur dizilin, Yürüyelim yürüyelim. Bulanık bir kanla, Topraklarımızı sulandırıncaya değin” cümlesinden daha mı ırkçıdır?
Ya da “Ne mutlu Türküm diyene!” cümlesi Amerikan Milli Marşındaki (İngilizlere hitaben) “Kendi kanları yıkadı onların pis ayaklarının kirini” gibi sert sözlerden daha mı incelticidir?
“Oldu olacak kırıldı nacak” diyerek ‘Onuncu Yıl Marşını da kaldıralım, olsun bitsin bu iş?
İşimiz duaya kalmışsa eğer, “Allah kimseye bu ana kadar milliyetçiliği bir sermeye olarak kullanmasına karşın, andımız yasaklandığında dili tutulan lider-ler durumuna düşürmesin” diyelim mi?