İttihat ve Terakki ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın en etkili isimlerinden olan Enver (41), Talat (47), Cemal Paşalar (50); savaşan neslin son temsilcileri olarak kısa süren yaşamlarına, çok şeyler sığdırabilmeyi başarmış tarihi kişiliklerdir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun, en karmaşık ve en çetrefilli sorunların yaşandığı, ayakta kalabilme mücadelesinin en yoğun yapıldığı yıllardı…
Cemal Paşa’nın yaşadığı döneme ait tutuğu notları; “Hatıralar” adı altında kitap haline getirilmiştir.
Kitapta, yıkılmaya yüz tutmuş koca bir İmparatorluğun röntgeni çekilmiş ama…
Her konu, her başlık çok önem taşıyor.
Ermenilere yönelik olarak olağanüstü insancıl bir dil ve ruh yapısıyla düşüncelerinin yansıtıldığı çarpıcı bölümleri, sizlerle paylaşmak istedim.
Cemal Paşa diyor ki:
“Biz, Ermenileri ve özellikle onların ihtilalcilerini, Rumlar ve Bulgarlardan daha fazla severiz. Çünkü onlar, diğer iki unsurdan daha mert ve kahramandırlar.
İki yüzlülük bilmezler.
Dostluklarına sadık, düşmanlıklarına kavidirler.
Din ihtilafı, yani Müslümanlık ve Hristiyanlık meselesi, 1877-1878 Osmanlı-Rus seferinden beş on sene öncesine kadar bu iki unsur arasında katiyen söz konusu değildi.
Anadolu’da, Rumeli’de ve İstanbul’da, kısaca bütün Osmanlı memleketlerinde Ermenilerle Türkler arasında o kadar büyük bir anlaşma vardı ki, Osmanlı tarihi, o zamana kadar en ufak bir Ermeni meselesi bile kaydetmemiştir
Özel ilişkilerinde Türklerle Ermeniler arasındaki dostluk her türlü sınırı aşardı. Anadolu köylerinde oturan bir Türk, ticari işleri nedeniyle uzak bir yere gitse, ailesinin hak ve namusunu komşusu Ermeni’nin gözetim ve vesayetine bırakır, Ermeni de aynı güveni Türk komşularına karşı göstermekten çekinmezdi.
Osmanlılar, Kürdistan beylerini emirleri altına aldıklarında idareleri altında yaşayan Ermenilerin, bağlantısız bir hükümetleri yoktu. Ermeniler, Kürt beylerinin idaresi altında hissedilir derecede bir baskıya maruz bulunuyorlardı.
Sefir Henry Morgenthau(1913-1916 ABD’nin Osmanlı Büyükelçisi) ne derse desin, tarihin tanıklıklarını ne kadar inkar etmeye çalışırsa çalışsın, programlarındaki hak severlik ve hoşgörü, en seri biçimde genişlemelerine teşekküllerine biricik vesile olan ilk Osmanlılardan gördükleri dostluk ve arkadaşlık, Ermenileri Türklere karşı minnettar bırakmış, beş asırlık bir zaman içinde bir Ermeni-Türk ihtilafı görülmediği gibi Türk’ün lisanıyla konuşmayan, Türk adetlerini benimsemeyen hiçbir Ermeni kalmamıştı.
Avrupa’da “Azınlık hukuku” denilen nazariyeden zerre kadar bir eser bulunmadığı bir zamanda, Fatih Sultan Mehmet Han, saltanat devresinin en yüksek noktasında bulunduğu sırada; hiçbir baskı sonucu olmayarak ve sırf kendi arzusuyla Rum Patrikhanesini yerinde bırakıyor ve Rumlara mezhep imtiyazı ismi altında nikaha, verasete ve öğretime dair birçok özel haklar bahşediyor;
Anadolu’da Kürt derebeylerinin nüfuzu altında yaşamakta olan Ermeni milleti için de Saltanat merkezinde bir patrikhane kurduruyor ve onlara da aynı hak ve imtiyazları veriyor ve bu muamele bugün, Mandelstam gibi bir takım hayasız insanlar tarafından, İslam’ın Hristiyanlara ait işlerle uğraşmaya tenezzül etmemesi eğilimine verilmekten çekinilmiyor.
Bu ne kadar büyük bir insafsızlıktır!..
Acaba 15.yüzyılda o büyük Osmanlı padişahının bahşettiği bu imtiyaz, bugün Amerikan Cumhurreisi Wilson’un cihan medeniyetine kabul ettirmek istediği “Azınlığın Haklarının Muhafazası” prensibinin en yüksek bir örneğinden başka bir şey midir? Avusturyalılarla imzalanan St. Germain anlaşmasına konulup da Romanya ve Yugoslavya hükümetleri tarafından kabul edilmek istenmeyen bu prensip, acaba Osmanlı memleketlerindeki Hristiyan azınlıkları için Hazreti Fatih’in bahşettiği imtiyazlar ve özel haklar derecesinde açık ve geniş midir?
Dolayısıyla yine tekrar ederiz ki, 1853-1855 Kırım seferinden sonraya kadar, Ermenilerle Türkler pek dostane bir şekilde birlikte yaşamışlar ve Türkler tarafından Ermenilere karşı hiçbir tecavüz vuku bulmamıştır.
Ne zaman ki Ruslar, büyük bir istila hırsıyla Türk İmparatorluğu üzerine saldırmaya başladılar, başarı kazanmak için Rumeli ve Anadolu’daki Hıristiyan unsurlarını alet etmeyi pek akıllı bir siyaset saydılar ve Rumeli’nde sırasıyla Romen, Rum, Sırp ve Bulgar unsurlarını kullandıkları gibi Anadolu’da da Gürcülerden sonra Ermenileri kullanmayı uygun gördüler.
Şurasını itiraf etmek gerekir ki, 19. yüzyılın ortalarında Avrupa’da gelişmeye başlayan milliyetçi akımlar, öğrenim ve ticaret için Avrupa ve Amerika’ya giden Ermeni gençlerinin, mensup oldukları unsurun daha gönençli bir özel hayata ve daha belirli bir toplumsal ve siyasi hayata sahip olmalarını arzu edecek bir zihniyet edinmelerine sebep olmuştur.
İşte bu zihniyet, Rus diplomatları için kaçınılmaz bir nimet gibi telakki olunmuş; o zamandan itibaren Türkiye’deki Ermenilerin devlet aleyhine ihtilalini sağlamak için ellerinden gelen her şeyi yapmaktan geri kalmamışlardır…” diye devam ediyor.
Bu düşüncelerdeki bir insan, 50 yaşında iken Tiflis/Gürcistan’da Ermeniler tarafından katlediliyordu!
……
Ermeniler, kısa süre içerisinde katil sürüleri haline getirilecek ve ödül olarak devletlerine kavuşacaklardı.
Onları devlet yapan zihniyet, 50 yıl sonra Ermenilerle oyun kurmaya devam ettiler.
Arkasında ABD ve tüm müttefiklerinin olduğu ASALA Ermeni Teröristleri, silah ve bombalarıyla 35 yetişmiş diplomatımızı 1973-1983 yılları arasında katlettiler.
Nihai amacı Toprak, Tanıma ve Tazminat olan üç başlığı tartışmaya açıp, Asala üzerinden kabule zorladılar.
ASALA’nın Paris’teki son eyleminde; 4’ü Fransız, 2’si Amerikalı ve 1 İsveç vatandaşı hayatını kaybetmişti. Canları yanınca ölümü hatırlayanlar, Asala’yı bitirip 1984 yılında PKK’yı sahaya sürdüler…
Bölgede güçlü bir Türkiye de istenmediğinden, 40 yıldır enerjimizi PKK ile mücadeleye harcattılar.
1991 yılında Azerbaycan’ın bağımsızlığı ile başlayan Karabağ’daki oyun da sürece eklendi.
Yıllar önce Azerbaycanlı bir öğrencimiz anlatmıştı:
“Ermenistan’da Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı görevlerinde bulunmuş Hankendi doğumlu Serj Sarkisyan, konuşmalarının birinde Ağrı dağını gelin, Karabağ’ı çeyizi olarak görüyor. Bizden önceki kuşaklar ve bizler, gelini almak için çok mücadeleler verdik ama çeyizle yetindik. Gelinin alınması görevinin, gelecek kuşaklara kaldığını söylüyor.”
1920’li yıllarda Çeyizle ödüllendirilmişler!
Amaç belli ve çok açık;
O gün de bugün de Türkiye Cumhuriyeti’nin, Türk dünyasına erişimini engellemek!
PKK ve Karabağ meselesi birbirinden ayrı düşünülemez (otopsilerde PKK’lıların ayak izlerini görebileceğiz). İkisi de Sevr’e uzanan Büyük Ermenistan ve Büyük Kürdistan projelerinin aparatlarıdır.
Azerbaycan, bağımsız kardeş bir devlettir. İçişlerine karışmak gibi bir düşüncem hiç olmadı.
1991 de elde ettiği bağımsızlıkla birlikte gelen Karabağ meselesi, Osmanlı’dan gelen tarihi süreç içinde değerlendirildiğinde kıymetlidir!
Ermenistan, Karabağ meselesini uluslararası bir boyut kazandırmak isteyecektir. Kimlerin heybelerinde nelerin olduğunu/olmadığını önümüzdeki günlerde görebileceğiz.
Korkum odur ki, 1989’dan bu yana topraklarını kaybederken de kazanırken de bedeller ödeyen Azerbaycanlı kardeşlerimiz; elde ettikleri son kazanımları tehdit ve şantajla diplomasi masalarında kaybetmesinler
KAYNAK:
Cemal Paşa, HATIRALAR
Hazırlayan Alpay KABACALI, sayfa 361-365