Türkiye Cumhuriyeti kurucularının “din düşmanı” olduğuna inanan Siyasal İslamcılar ile “Kürt düşmanı” olduğuna inanan etnik bölücüler, kuşkusuz Cumhuriyetin kurulmasından bu yana hep vardı. Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş belgesi niteliğindeki Lozan Antlaşması’nı benimsemeyen ve Antlaşmada imzası bulunmayan ABD ile bu antlaşmayı istemeyerek imzalayan Avrupa devletleri, içte var olan bu iki düşmanlığı, Siyasal İslamcılığı ve Etnik bölücülüğü, dışarıdan kışkırtarak, körükleyerek, bağımsızlığını pekiştirmeye çalışan Türkiye Cumhuriyeti devletinin içten yıpratmaya çalışıyorlardı.
Batının 1923’ten İkinci dünya savaşı sonuna kadar Türkiye Cumhuriyeti devletini içten yıkmaya yönelik bu çabaları, SSCB’nin ABD’ye karşıt bir dev güç olarak ortaya çıktığı 1945’lerden sonra yön değiştirmiştir.
1945’ten sonra Avrupa’nın yarısını yutan SSCB gibi büyük bir güçle karşı karşıya kalan ABD önderliğindeki Batı, SSCB’ni yıkana dek Türkiye’ye beslediği düşmanlığı içinde saklamış ve dost görünerek SSCB’ne karşı kullanmayı yeğlemişlerdir.
Bu doğrultuda, 1945’ten başlayarak, Siyasal-İslamcılık ile etnik bölücülüğü Türkiye Cumhuriyeti devletine saldırtmak yerine, SSCB düşmanlığı ve tehditleri ön planda tutturularak, Yeşil Kuşak Projeleri peşinde koşturulmuş, kalkınmasını tamamlamak zorunda olan ülkemizi, AET, AB, NATO, CENTO gibi oluşumlarla Batı’ya hizmet eden bir ülke haline getirmişlerdir.
Aynı tehditlerle boğuşturulan Güney Kore’nin kalkınmasına yaptıkları katkıyı, nedense Türkiye ve Türk halkından esirgemişlerdir. Güney Kore’ye teknoloji transferi yaparak Hyundai, Kia, Daevo, Sang-young, LG, Samsung markalarını devleştirirken, ülkemizde Cumhuriyet döneminde kurulan şeker fabrikalarını bile haraç mezat özelleştirme adı altında sattırdılar.
İktidarda kalabilme şartlarından bir tanesinin de özelleştirmelerin olduğunu yazarak geldik.
Soğuk savaşı en soğuk şekilde yaşayan Genç Cumhuriyet; 40 yılını ihtilallar, muhtıralar, darbeler, idamlar, mahkemeler, katliamlar, sağ-sol çatışmaları ile geçirmedi mi?
Öyle ki, bu durum SSCB’nin Batıya boyun eğdiği 1984’e dek 40 yıl sürmüştür. 1984’de ABD, SSCB’ni boyun eğdirdikten sonra, artık Türkiye Cumhuriyeti devletini SSCB’ne karşı kullanmak diye bir sorunu kalmayan Batı, 1984’ten başlayarak, bu kez doğrudan Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı bölücü terör eylemlerini devreye koydular.
12 Kasım 2018 tarihli “Aldatılmak İstenen Türkiye” başlıklı yazımda şunları yazmıştım. PKK’yı ABD kurdu. Almanya işletti. Norveç ve Danimarka her türlü legal ve illegal paraların transferlerini gerçekleştirdi. İtalya, patlayıcı ve mayınların tedarikçisi oldu. Yunanistan istihbaratı ve Tümgeneral Naksakis Gayri Nizami Harp savaş taktik ve teknikleri konularında Türk Ordusuna karşı savaş doktrinleri geliştirip eğitmişlerdir.
Batılıların ülkemiz üzerindeki hesaplarının ne olduğunu hala anlamadık mı?
Sevr’in 62-64 ncü maddesindeki Fırat’ın doğusunda Özerk Yerel Yönetimler yaratmak.
Fırat’ın doğusunda oldurulunca Batısında, Karadenizde, Orta Anadolu’da, Trakya’da, Batı Anadolu’da, Akdeniz’de olmaz mı?
Suriye üniter yapısını muhafaza edemez ise; kaç federe devlet çıkartacaklar göreceğiz.
17 Aralık 2018 tarihli Sevr’den PKK/PYD’ ye yazımızda da Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartının Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül tarafından imzalandığını bilmiyordum, diyenlere duyurmuştuk.
Neden imza koyduklarını düşünürseniz bulabilirsiniz.
MHP’nin öyle bir imzası yok ama “beka sorununu” ön planda tuttuğu için imza atmadan da imzalamış sayılmıyor mu? Bizim imzamız yok demek tarih önünde sizi aklamaz. Sizi kurtarmaz. Siz de oradaydınız.
PKK/PYD, HDP’nin isteği malum. Bağımsızlığa giden yolda özerklik de, federatif sistemde kabulümüz diyorlar. Ağanın eli tutulmaz. Verdiniz de kabul etmedik mi?
Biz Müdafaa-i Hukuktan geliyoruz. Cumhuriyeti de biz kurduk diyen CHP’n, Yerel Yönetimler Özerklik Şartının imzalanması ile ilgili görüşlerinin, Cumhuriyetin kuruluş felsefesi olan üniter yapıyla çeliştiğini görmezden gelirsek, yıkılış kaçınılmaz olacaktır. Üniter yapının muhafazası CHP’nin en temel görevi olmalıdır.
Sayın Deniz Baykal’a kurulan tuzak sonucu CHP’nin genel Başkanlığına seçilen Sayın Kemal Kılıçtaroğlu, ilk Tunceli gezisinde yaptığı konuşmada “Ben Dersimli Kemal” diyerek kendini öne atıp, lider olunacağını sanmıştı. Danışmanları, ilk işimiz Cumhuriyetle hesaplaşmak mı demişlerdi, bilinmez.
AKP ve HDP bu işin sahipleriydi. Onları anlamak mümkün.
Ama CHP’ye ne oluyor.
Bu CHP, Atatürk ve İsmet Paşanın, Ecevit’in ve Deniz Baykal’ın bıraktığı CHP değil. Bu CHP liler, O CHP lilere benzemiyor. Tıpkı Soner Yalçın’ın ifade ettiği “bu dinciler o Müslümanlara benzemiyor” dediği gibi.
Bakın kardeşlerim. Her ülkenin bir kuruluş hikâyesi vardır. Orada acılar ve tatlılar harman olmuştur. Geriye dönük defterleri açmak doğru değildir. Devlet ağzına, devlet adabına ve de devlet adamı olmak için yola çıkan insanlara yakışmaz. Yoktan var olurken, bir devlet yaratılırken içinde dramlarda, sevinçlerde bulunabilecektir. Kurulmuş her ülkenin bir yol hikâyesinin olmaması düşünülemez.
ABD Büyükelçisi Ricardone ile Hilton Otelinde yaptığınız görüşmede, Kızılderililere yaptıkları katliamları, soykırımları size anlattı mı?
Onlara özerklik tanımışlar mı?
Şimdi de yerel yönetim şartından filan…
Argoda, “kıyakçılığın sonu ayakçılıktır” diye bir ifade vardır.
Özerkliğin sonu bağımsızlıktır. Gün gelir ABD, İsrail arkasında durur, gün gelir Vehhabiler arkasında durur. Siz bakmayın Trump’ın atıp tutmalarına. Amerikan derin devleti kendisini kısa sürede söylemlerinden vazgeçirecektir.
Trump, başka bir oyun planını Türkiye’nin önüne koydu. DEAŞ bizim hududumuzdan 700 km uzaklıkta. Ürdün’ün kuzey doğusunda yerleşmiş durumdadır. Türkiye’nin DEAŞ sorunu da yokken sorun yaratmaya çalışıyoruz. DEAŞ’ı yok etmek bize düşmez. Kim kurdurduysa onlar savaşsın.
DEAŞ için Suriye derinliklerine girmek, İran’ı ve Rusya Federasyonunu karşına almak demektir. Trump’ın istediği de tam budur. Türkiye ile İran’ı savaştırmaktır.
Yüz yıllık projenin işlerlik kazanmaması için iktidar ve muhalefetin birlikte çıkış yolu arayacağı günlerden geçmekteyiz.
Vazgeçin Yerel Yönetimler Özerklik Şartından. Çünkü bu proje milli değil, AB’nin dayatmasıdır. Üç beş Büyükşehir Belediyesi kapmak için Üniter yapıyı bozmak gerekmiyor.
Bodrum’u, Bodrum’dan, Bodrumlu Sayın Mehmet Kocadon kadar kimse iyi yönetemez.
Gerisi zorlamadır…
Çünkü olmadığı görüldü.