Bugün bazı Aydınlılar Orta mahalle adının Ordu durağı olmasından geldiğini hikâye etmektedirler. Bu hikâyeye göre “ Horasan illerinden kopup gelen Türkler, Tiral’in Bizans kalesi önüne ilk geldiklerinde şimdiki Tabakhane deresinin doğusunda bugünkü Orta mahalle semtinde konaklayıp, ordugâhı kurmuşlar; Tiral (Tralleis) feth edilinceye kadar burada konaklamışlardır. Mahallenin ordu durağı yapılmasından ötürü mahallenin adı Orta mahalle olmuş.” (Eski Türkçede bugünkü Ordu sözü ortu-Orta olarak söylenmekte idi.) Şehrin ilk Müslüman mahallesi burasıdır. Ak Mescit Camisi o fetih yıllarının aziz hatırasıdır.
Tabakhane Deresi şehri ortasından ikiye böler. Doğusu Cuma ve Orta Mahalle, Zafer Mahallesi; batısı da diğer mahallelerdir. Bu bölünme şehrin maddi manevi bölünmesidir. İki tarafı birbirine bağlayan “Nazilli Köprüsü” ve “Çavuş Köprüsü”dür. Bu köprüler “şehrin iki yakasını” birleştirir. Daha doğrusu “şehrin iki yüzü” arasındaki bağdır.
1950’li yıllarda çocukluğumu Cuma mahallesinde yaşadım. O yıllarda Cuma ve Orta mahalle yoksullarla ve çevre illerden gelen yoksulların yaşadığı semtlerdi. Özellikle Denizli, Kale, Buldan, Babadağ, Biresse’den gelen pazarcı bezirgânlar bu mahallede otururlardı. Her biri, birer kültür ve ticaret kolonisi gibi birbirleriyle sıkı ilişkili olurlardı. Ayrıca bu mahallenin Rumeli göçmenleri ile Roman vatandaşlar da sakinlerinden idi.
Bu mahallelerde oturanlar küçük sanatkâr, pazarcı esnafı ve işsiz güçsüz takımı idi. Mahallenin belli başlı, hatırı sayılır birkaç büyük ailesi vardı. Onlar ötekilerden farklıydı. Batıdaki mahallelerle ilişkileri ve yaşantıları farklı idi.
1950’li yıllarda tren yolunun kenarında tabakhaneler vardı. Buraları ipsiz sapsız takımının mekân tuttuğu yerlerdi. Buralara “Tatar Semti” denirdi. İstanbul’un Cennet Mahallesi, Kasımpaşa’sı neyse Aydın’ın Tatar semti de oydu. Şehirde buna benzer mahalleler eksik değildi. Bugün “ Kaynak” dediğimiz “Torlak Semti” buna benzer bölgelerden biriydi. Şehirli pek buralara çıkmazdı; belalı bölgelerdi.
Orta Mahalle fukaralığın en acımasızca yaşandığı bir mahalleydi. Fukaralık ve çaresizlik burada normalleşmişti. Kendini kurtaran kral sayılırdı. Buralarda bir işi olan, namerde muhtaç olmayan kimse zengin sayılırdı. Mahallenin en eski ve güçlü esnafı “Bakkal Şeyh Mehmet’ti.” Mert, dürüst, baba bir adamdı. Ona kimse posta koyamazdı. Mahallenin bütün ihtiyacı, paralı, parasız, ondan karşılanırdı. Para sevdalısı adam değildi. İçki satmaz; her şey satardı. Karşısındaki “Bakkal Kamil” ise içkinin her çeşidini satar. Mahallenin berduş takımına hizmet verirdi.
Mahallede önemli isimlerden biri “Terzi Müşerref Abla” Aydın sosyetesinin terzisiydi. Şık zengin bayanlar ona provaya gelir, mahalleli kızlar hayran hayran onlara bakardı. Terzi Müşerref abla karizmatik biriydi, sanatı gibi kendisi de güzel ve alımlıydı.
Paşa yaylası otobüslerinin sahibi “ Hidayet amca” mahallenin varlıklı, hatırlı, iş bilen eşrafıydı. Onu kimse kırmazdı.” Gazeteci Nuri Sevindik” mahallede herkesin tanıdığı, eli kalem tutan bir beyefendiydi.
Mahallenin spor kulübü “Hilal Spor” mahalli kümenin güçlü takımlarındandı. Her maçı olay olurdu. Batının takımı olan “Aydın Spor” kibar, zengin kesimin takımıydı. Hilal Sporu ayak takımının kulübü olarak görürler; Hilal Sporla alay ederlerdi. Oysa Hilal Sporda zıpkın gibi gençler amatörce top koştururlardı. Kasap Arif, Helvacı Cengiz, Semerci Orhan, Sinek Muzaffer ve Hüseyin unutulmaz futbolculardandı. Kasap Arif’ten herkes çekinirdi. Gözü kara, yaman bir gençti.
Orta Mahalle’nin işsiz, güçsüz ama yakışıklı ve bileği kuvvetli zıpkın gençlerinin genelevinde dostları olurdu. Dostlarının parasıyla şık gezerlerdi. Mahallenin namusu onlardan sorulurdu. Zaman zaman bıçaklanan yabancılar bunların kurbanı olurdu. Bunlara kimse “racon” kesemezdi. Yaşlılar bunlara “nasılsın evlat” deyip hatır sorar; onlar da “öpeyim bey baba” diye yaptıkları kabahatleri hoş gören bu arif yaşlılara hürmet ederlerdi.
Herkes belalarından sakınırdı. Mahallenin bu genç takımı kulüpçülük yapar, haraç alır; ama kendi mahallesinde değil, batıdaki mahallelerde iş(!) yaparlardı.
Bu mahallede fukaralığın hüküm sürdüğü sokaklarında tek tük “gonca gül” kızlar görünürdü. Güzeli az olan yerde güzelin düşmanı ve taliplisi bol olduğundan, bu az bulunan güzellerin pek çok aşığı olurdu. Zaman zaman gençler kız yüzünde kavga ederdi.
Mahalleli, mektepli gençlere biraz daha toleranslı davranırdı. Mektepli kızlar daha rahat hareket ederlerdi. Babalarından yüz bulur, şımarırlardı.
Bütün bunlar Tabakhane deresinin doğusundaki yaşantıydı. Çavuş köprüsünü geçince bambaşka bir dünya vardı. Şehirdeki beyler, beyzadeler, güzel evler, çarşılar, kibar insanlar hep batıdaydı.
Çavuş köprüsünün başında “Kıroba Kıraathanesi” vardı. Büyük bir kavak ağacının kapladığı bu köprübaşı kahvesi, eşraftan “Celep Osman’ın kahvesiydi.” “Kıroba Kahvesinde” Aydın’ın dama ve nargile meraklısı eşrafı buluşurdu. Çayın kenarında damacılar geç saatlere kadar otururlar; oyun oynayıp sohbet ederlerdi. Gençler bu kahveye oturamazdı.
Pek çok köprü farklı iki yanı birbirine bağlar. Mostar köprüsü, Drina Köprüsü, Galata Köprüsü her birinin ayrı ayrı kimliği var. Onlar şehirleri, ülkeleri için neyi temsil ediyorsa Çavuş Köprüsü de şehrin doğu ve batısını birbirine bağlama açısından onu temsil ediyordu. Farklı iki mekânı, farklı iki dünyayı, farklı iki kültürü birbirinden hem ayırıyor, hem de birbirine bağlıyordu.
Esnaf olan babama çocukluğumda sefertasıyla yemek götürürdüm. Okula giderken bu işi de yapardım. En sevdiğim şey Çavuş köprüsünden geçerken kışın çok yağmur yağdığında” Tabakhane deresinin” coşkulu akışını seyretmekti. Köprüden dakikalarca coşkuyu seyrederdim. Suyun coşkusunu görmeyen arkadaşlarıma o manzarayı heyecanla anlatırdım. Benim için hiçbir köprü Çavuş köprüsü kadar anlamlı değildir. Bana hiçbir köprü bu köprü kadar heyecan vermez.
Dünyaca ünlü teknoloji harikası Golden Bay köprüsünü gördüm. Üzerinden geçtim. Benim için sadece bir demir yığınıydı. Çavuş Köprüsü; darlığı, küçüklüğü, üzerinde yirmi dört saat dilenen dilencileriyle dost ve sevecen bir köprüydü.
Elimde okul çantamla köprüyü geçer; ESOT’tan kıvrılır, İstiklal Caddesinde Ekrem Torunlulu’nun evine geldiğimde bambaşka bir dünya başlardı. Torunluların evinin önünde 1950’li yıllarda aileye ait dört, beş tane güzel, son model araba hizmetçiler tarafından devamlı yıkanır ve silinirdi. Bir kişinin dört-beş özel aracı olmasına anlam veremezdim. Şehirde toprak beyleri (Beyzadeler) ayrı bir dünyada yaşardı. Biraz ileride P.T.T’nin arkasında, Nejat Çifçi’nin iki katlı mermer kaplamalı evi vardı. Bu evin önünde de aynı manzara görülürdü. Nejat Bey’in de 5S Mercedes arabası vardı. Beylerin halkla pek işleri olmazdı. Onların ayrı bir sosyetesi, kendilerine mahsus özel bir hayatları vardı. Onlar sanki devletti. Vali, belediye başkanı onlara hürmet ve hizmet ederdi. Bazen sabah ezanları hoparlörden okunmaz olur; hoparlörlerin sesi kısılırdı. Halk beylerden birinin sabah ezanından rahatsız olduğundan dolayı şikâyet ettiğini, hoparlörün sesini kıstırdığını anlatırdı. Okumuş takımı onlarla beraber olurdu. Onlara itibar ederlerdi. Devlet onlardı.
Aydın’ın batısı her şeydi. Servet, güzellik, zenginlik, iktidar hep batıda; sefalet, zulüm, zorbalık, açlık, ezilme hep kentin doğusundaydı. Bugün de bu tablo fazla değişmemiştir. Değişik biçim ve şekillerde hükmünü hala icra ediyor.
Bu güzel tarihi çavuş köprüsü yakın zamanlarda kendini şehircilik hocası ilan eden eski belediye başkanı tarafından beton bloklarla kaplanarak, köprünün tarihiyle ve kentsel hatıralarıyla yok edilmek istendi. Bir müddet Aydın halkı, o güzelim Çavuş Köprüsünün naaşı üzerinden geçti. Tarihe, kentsel kültüre ve doğaya saygısızlığın belgesi olan bu hata son zamanda düzeltildi. Bu tarihi köprü restore edildi; Beton kefeninden sıyrılarak gün yüzüne çıkarıldı.
Bugün orta mahalle, şehrin Bizanslılardan fethinden beri, geri bırakılmışlığını, çaresizliğini sona erdirecek şefaatçisini beklemektedir.