Onu ilk tanıdığımda 17-18 yaşlarında bıyıkları yeni terleyen, uzun boylu, ışık yüzlü bir delikanlıydı. Serhatten yeni dönmüş bir akıncı beyzadesini andırıyordu. Vakur, çakmak çakmak gözleri ile avının üstüne atlamaya hazır bir kaplan duruşu vardı. O tarihte tutuklu bulunduğumuz Eskişehir kapalı cezaevine Ülkücü İşçiler Derneği’nin genel başkanı Vedat Alagöz ve arkadaşlarıyla beraber ziyaretimize gelmişlerdi. Bir sene sonra 10 Nisan 1979’da tam da doğum günü yıldönümünde İzmir’in Hatay semtinde aşırı solcu teröristlerin kurduğu kahpe bir pusuda, beline isabet eden bir kurşundan dolayı tekerlekli sandalyeye bağlı kalmıştı.
Artık onu büyük bir imtihan bekliyordu.”Gazi” lik sıfatının yanına bir de “derviş”lik sıfatı eklenecekti. Merhum babası Feyzullah Amca ve merhume annesi Havva Ana oğullarının başına bu meşum felaket geldiğinde, evlatlarını ve derin acılarını bağırlarına basıp Manisa’daki evlerini kapatıp , iki küçük oğulları Yusuf ve Mustafa’yı da yanlarına alarak terk-i diyar eylemişler ve büyük bir gizlilik içinde Ankara’ya taşınmışlardı.Hakkında gıyabi tevkif kararı vardı.Ve onun adı artık Abdullah değil Cengiz idi. Ankara’nın muhtelif semtlerinde otuz küsür sene bu isimle yaşadı.Ta ki hakkındaki suçlamayla ilgili zamanaşımı doluncaya kadar. Bu otuz küsür sene sadece Cengiz’in değil bütün bir ailenin çok ağır bir imtihanıydı.
Bendeniz 1985’te cezaevinden tahliye olduktan sonra ziyaretine gitmiştim. Karşımda yine kelimenin tam manasıyla sonsuz tevekkül sahibi bir “Gazi Derviş” vardı. O günden bu yana neredeyse kırk seneye yakın bu çileli hayatında, ne anne babasının, ne kendisinin, ne de kardeşleri Yusuf ve Mustafa’nın bir kez olsun hayatlarından şikâyetçi olduklarını görmedim, duymadım. Her biri birer sabır abidesi idi.
Abdullah Yeğin bir ülkücü idi. Biliyordu ki 12 Eylül öncesinin karmaşık günlerinde Ülkücüler verdikleri amansız mücadele esnasında, bir kısmının yolu cezaevlerine, binlercesinin yolu şehit olup kara toprağa düştüğü gibi, bazıları da gazi olacak ve hayatın bir başka imtihanını göğüsleyeceklerdi. Yaşadığı şartlar ne kadar ağır ve zor olsa da sızlanmadı, şikâyet etmedi, isyan etmedi. Durumu bir derviş sabrıyla yüksek bir iman ve derin tevekkülle kabullendi. Bu zor şartlar altında bile inandığı Türk-İslam ülküsü davasına bağlılığından taviz vermedi.
Bunların şahsında Ülkücülük, Müslümanlığı seçen ilk Türk toplulukları içinde yiğitlik ve bilgeliği şahsında birleştiren “alperen”, “ gazi-derviş” karakteriyle ete kemiğe bürünüyordu.
Abdullah Yusuflar aslında hiç genç olmamışlardı , “gençlik” hallerinden ancak pir-i faniye yaraşan feragat ve istiğnâ hissiyle vazgeçmiş, taşıyabileceklerini bir an bile düşünmeksizin ellerini değil yüreklerini “taşın altına” koymuşlardı; çoğu o yükün altında ezildi, çoğu mecruh, çoğu mahpus kaldı ama hiç mahkûm olmadılar.
Emperyalistlerin bilhassa Sovyet 5. Kol ajanlarının ve onların kandırdığı bir kısım şaşkınların ölüm kusan silahlarına rağmen hak, hakikat yolundan ayrılmadılar.
‘’Unutulmayacak destani mücadeleler” verdiler. Acıları, çileleri, yoklukları, paylaşıp, kahpe kurşunlara karşı arkadaşlarına siper oldular. İmrenilecek ve daima hasretle hatırlanacak kardeşlik, ülküdaşlık hukukunu yaşamışlardı…
Galiba hilkat onların kumaşını bayrakların kumaşıyla birlikte dokumuş, hamurlarını Allah’a adanan kınalı kurbanlık koçların mayasıyla yoğurmuş, sütlerini haysiyet ve feragatin inbiğinden geçirmişti; onun için ‘ maznun’ iken de. ‘mahpus’ iken de , ‘mağdur’ iken de hep güzel kaldılar.’’ Hüznü ve ızdırabı buruk bir tebessümle yıllarca aydınlık yüzlerinde taşıdılar.
Bir araya gelip de inşa ettikleri bir ocak rûhuvardı; yüreklerde bir yerde yanan o heyecanı kimse söndüremedi.
Şimdi nerede bir ocak lafı duysalar o eski ocaklıların kemiklerinin içinde ilikleri titrer ve ocaklı olmakla iftihar ederler.
Abdullahların-Yusufların “Yaşıtlarının aksine, “oyuna ve oynaşa” ayıracak zamanları hiç olmadı.
Delikanlılığın yaşlanınca gülümsenerek hatırlanan yaramazlıklarından bile uzak kaldılar. Milletlerinin saadetlerini, devletlerinin yücelmesini, bayraklarının dünya durdukça hep böyle nazlı nazlı dalgalanmasını hayatların gayesi saydılar. O delikanlılardan her biri, “burçlara bayrak olacak kumaştan” idiler.”
Abdullahların “ Yürek çeperlerinde” hala bu milletin mukadderatını paylaşma heyecanı taşıyan o neslin ışıklı yüzlerinde bir alâmet’î farika gibi parıldayan şecaat, samimiyet, diğerkâmlık ve iman ışığı vardı.
Yaşanmamış gençliklerin kaybına kahırlanmak ve hayıflanmak yerine onu ironik bir senfoni haline getirebilen nefis emniyetinin izlerini de taşır bu tabir
Devrin iktidarları ve özellikle 12 Eylül’ün cellatları; bütün öfke ve düşmanlıkla üzerlerine çullanıp, her türlü zulmü reva gördüler.
Kader, onların bir kısmını kırılan taze fidanlar gibi kara toprağa düşürdü , bir kısmı da en verimli çağlarında tutsak oldular. Bazıları da 12 Eylül’ün cellatlarından yakayı kurtarabilmek için, yabancı diyarlara göç etmek zorunda kaldılar ve uzun yıllar vatana hasret yaşadılar.
Zaman değişmiş, ölçüler değişmiş, değer hükümleri değişmiş, öz yurtlarında garip hallere düşmüşlerdi. Ama “ülkü denen nazlı gelin”e sevdalarında bir azalma olmamıştı. Tıpkı Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı gibiydiler. Türkiye’nin ‘gençlik’ ortalamasında yer almaktan çoktan vazgeçtiler. Şimdi, çoğunun saçlarına karlar yağmış durumda; ve o gençlik yıllarının ölçüsüz kardeşlik ve ülküdaşlık hukukunu hasretle anarak o günleri her hatırlayışlarında derinden bir tahassürle “aaahh” demektedirler.
Türkiye genelinde bu sabır abidesi Abdullah Yusuf Yeğin gibi 12 Eylül öncesi mücadelesinin yiğit gazilerinden onlarca arkadaşımız olduğunu biliyoruz.
Bu yazı “Cengiz”in şahsında bütün o kahraman gazilerimiz için yazdım. Bizlere haklarını helal ederler mi bilmiyorum.
Büyük bir ızdırapla görüyoruz ki Türkiye genelinde yaşını başını almış birçok ülküdaşımız, boş vermişliği seçen bazı gençlerimizacı çekmekten zevk alan bir ruh hali içindedirler.
Umutlarını fikren, ahlaken, fiziken iflas etmiş siyasi figürlerin temsil ettiği politikadan beklemektedirler. Sanki Türk Milliyetçiliği davasına hizmet için başka bir hizmet alanı kalmamış gibi sadece yakınan, memleketin batmakta olduğunu, Türküm demenin yasak olduğunu söyleyerek fikri patinaj yapmaktadırlar.
Bu arkadaşlar tepki olarak da sadece bir yerlere kızıp, sövüp arkasından gözyaşı dökerek Türk Milliyetçiliği davasına karşı vazifelerini yapmış olmanın huzuruyla evlerine dağılmaktadırlar.
Abdullah Yunus’un şahsında bu kahramanları yukarıda tarif ettiğim mazoşist mizaçların ders almaları için yazdım. Türk milletinin büyük geleceğine dair inancını kaybetmemiş ve mücadele, azim ve kararlığından asla taviz vermeyen Abdullah Yunusların bu adanmışlık duygusundan ders alsınlar, utansınlar diye…
Şunu herkes bilsin ki hiçbir şey bitmemiştir. Büyük Türk milletini tarihin çağrısına uygun büyük yürüyüşü devam etmektedir. İktidarlar, hükümetler, siyasi aktörler gelip geçicidir. Türk milletinin geleceğinin Türk milliyetçilerinin azim ve kararı tayin edecektir.