Martının sesi ve anlamsız hareketleri aklını başından almıştı Ali'nin. Uyurken başını bir o yana, bir bu yana çeviriyordu. Ter içinde kalmıştı.
Güne gece boyunca kurtulamadığı kâbusların etkisiyle başlayacağını nereden bilebilirdi? Hava daha yeni aydınlanacaktı. Buharla iyice görüntüsü bozulmuş kırık pencereden içeri sızan güneş ışığı, gözlerini almıştı. Martı gagasını değdiriyordu kırık cama..
Tak, tak, tak.
Tak, tak, tak..
Güneş, Ali ve Beyaz Martı ile birlikte günaydın demişti güne.
Beraber karşılayacaklardı sabahı.
Dalgalar dün geceden bir şeyler olacağını belli etmişti. Hırçınlıkları hiç öncekilere benzemiyordu. Belki de ardarda gelerek haber vermek istemiştir. Ama olmadı. Onlar nereden duymuşlardı ki? Yoksa Güneşin Beyaz Martı ile olan konuşmasını gizlice dinlemişler miydi? Güneşin bir gününü Ali'ye ayıracağını ondan önce öğrenmiş olabilirler miydi?
Peki, bugün de hırçınlığını niçin bırakmamıştı dalgalar.
Evin duvarını deli gibi dövmelerinin sebebi neydi? Sabaha kadar vurdular evin denize bakan yüzüne. Her bir dalga ses vererek patlatıyordu su torbasını.
Ali gözlerini kapadığında o sesi, su torbasının patlamasına benzetmişti. İçinde farklı bir duygu uyandırırdı bu patlama. Hiç mutsuz değildi.
Babaannesi arka yola bakan büyük demir kapının tam üstündeki odada uyurdu. Evin girişi hem kaldırıma hem de deniz kenarından giden yola bakıyordu. Çok otomobil geçmezdi evlerinin önünden. Geçen birkaç otomobil sesinden de kimse rahatsız olmamıştı. Aksine “geçsin bende seyredeyim” diyordu Ali. O kocaman gözleri nasılda yanardı akşamüstleri. Gelen otomobilde giden otomobilde evlerine ışık yakıyordu. Tekerleklerinin çevresindeki beyaz bantların bir kaç yerinde siyah kırmızı işaretleri olurdu lastiklerin. Lastikler döndükçe o işaretler de belli belirsiz şekillere dönüşürdü. O şekilleri hep bir nesneye benzetmişti Ali. O nesneyi de başka bir nesneye. Hayal dünyasındaki nesneler ardarda geçerdi gözünün önünden. Dalgalar öyle değildi. Sıralı gelişleri, birbiri ardına hep aynı ve gürültülüydü. Sesleri de bitmek tükenmek bilmezdi. Gürültüden daha çok babaannesi rahatsız olurdu. Söylenir dururdu dalgalara.
"Kör olmayasıca dalgalar" kayaların üstüne kadar çıkar oradan köpükleri camlardan aşağıya doğru süzülürdü. Süzülürken damlacıkların birer birer aşağıya indiğini farkederdi Ali. Damlaların aşağıya doğru süzülüşünü gözlerini kırpmadan izlerdi. Bazen bir damla tek başına inerdi pencereden aşağıya, bazen de damlacıklar yarı yolda birbirleri ile birleşir o zamanda büyümüş olarak inerlerdi. "Ben de büyüyecektim damlalar gibi" dedi. "Ben damla olsam diğer damla ile birleşerek büyümezdim, tek başıma büyür tek başıma inerdim aşağıya."
Babaannesi dalgalara da, damlalara da, otomobile de, söylenirdi durmaksızın. Bazen saatlerce hiç konuşmadan oturur, bazen de susmak nedir bilmezdi. Ali'yi kucağına oturtup başını okşadığında güzel masallar anlatırdı. Ali masalı yarıda keser soru sormadan edemezdi. O da cevap verirdi kendince. Çoğu zaman masalı istediği şekilde düzeltirdi Ali. Kendisini mutlu edecek şekle dönüştürürdü. Ondan sonra da anlatmasını isterdi. İkisi de mutlu olurdu bu sayede. O anlattığına sevinir Ali'de masalın istediği gibi olduğuna. Masalların içine hiç ölüm koymazdı babaannesi. Sonunu mutlulukla bitirirdi hepsinin. Ali'de zaten ölümlü masalları hiç sevmezdi.
Bir gün çok acıklı içinde fazla kötü olayların geçtiği bir masal anlatmıştı. Ali dinledikçe gerilmiş gözlerini tavana dikmişti. Korkmuş ürpermişti. İçinde ölüm olan masaldan. Masal masal olmaktan çıkmış ağıt olmuştu babaannesinin dilinde. İşte o zaman her yana o korku dolu sesler yayılırdı. Ağlayan babaannenin gözyaşları yüzüne damlardı Ali'nin. Gözyaşlarında boğulur gibi olur nefes alamazdı. Sonunda hikâye Ali'nin hiç görmediği dedesiyle sonlanırdı.
Ali gözlerini nihayet açıp dalgalarla birlikte gelen Beyaz Martıyı gördü kırık pencerede.
Yüzü gülüyordu.
Tak, tak, tak...