Eğer bir çocuk büyütmemişseniz, asla gerçek bir çocuk doktoru olamazsınız. Çünkü teorikle pratik çok farklı. İnsan çocuklarından kitaplarda öğrenebileceklerinden çok daha fazlasını öğreniyor. İşte buna da tecrübe diyorlar. Bu günkü düşüncelerimin mimarı çocuklarım Ceren ve Eren ile yaşadığımız maceralar. Ek gıdalara geçiş maceramız, her ikisinde de çok ilginçti.
İlk çocuğum Ceren dünyaya geldiğinde yirmidört yaşında pratisyen hekimim. Ceren de çok zor bir çocuk. Çok iştahsız. İte kakala 4 aya kadar emzirebildim. Sonra mamaya geçtik. 6 aylık olup ek gıdalara başladığımızda başka bir zor dönem başladı. Kitaplarda yazan 6 aylık bir çocuğun yemesi gerekenleri yediremedik. Panikledik. Kendi kendimize yöntemler geliştirmeye başladık. Peşinde tabakla kaşıkla dolaşmaya, oyuna, televizyonun karşısında yedirmeye çalışmaya başladık. Şimdi ailelere ilk tavsiyem bunları kesinlikle yapmamaları. Çünkü işe yaramıyor. Yine yemedi.
Anlamadığım şey ben doktorken, ne yedirmem gerektiğini bildiğimi sanırken benim çocuk yemiyor ve ciddi büyüme geriliği var.
Sağlık ocağında çalışıyorum. Köylü kadınlar çocuklarını getiriyorlar. Onların benim çocuğumla yaşıt, bir yaşındaki çocukları, benim kızımın iki katı. Çok moralim bozuluyor. Çaresiz kadına “ne yediriyorsun buna?” diye soruyorum. Kadın galesiz bir şekilde “hiç, sadece emziriyom” diyor. Bu da ilginç. Bu kadınlar tarlarda o çocuklar sırtlarında bağlı güneşin altında çapa yapıyorlar. Benim gibi sebze çorbaları, cam rende meyve püreleri yapmıyorlar. Çocuk ağladı mı, sırtlarından indirip emziriyorlar. Bitince bizim deyimizle “hebiç edip” yani bir bezle sırtlarına bağlayıp çapaya devam ediyorlar. Ama onların çocuğu benimkinden daha iyi besleniyor. Ya ben bir şeyi yanlış yapıyorum, ya da bana öğretilenlerde eksik bir şeyler var.
O sırada Seydişehir’de yaşıyorduk. Halam ve çocukları da ordaydı. Bakıyorum halamın torunlarının kiloları da gayet iyi. Halam üstelik benim bildiklerimi bilmiyor, o da diğer köylü kadınlar gibi benim bebeğime yaptığım sebze çorbalarını yapılmıyor, meyveler cam rendeden geçirilmiyor. Kucaklarında yer sofrasına oturtturuyorlar, ne yerlerse onu veriyorlar. Onlar da yiyor. Bu da garip.
Tatilin birinde eşimin köyüne gittik. Ben her öğün aynı işkenceyi yaşıyorum ve çocuğuma yaşattırıyorum. Her yemek öncesi önce ne yedirsen diye düşünüp saatlerce mutfakta onları hazırlamaya uğraşıyorum. Sonrada elimde tabak kaşık çocuğun peşinden dolaşıyorum. Sonuç yine hüsran yemiyor. Ben üzüntüden kahroluyorum. Kayınvalidem bizi izliyor ama karışmıyor. “Allah’ım” diyorum, “çocuk büyütmek ne kadar zormuş”. Sonra bir an kayınvalidemi düşünüyorum. O dört çocuk büyütmüş. Ben ikincisini düşünmek bile istemiyorum. Bir an merak edip ona dönüyorum “Anne bu çocuklara yemek yedirmek ne zormuş, sen dört çocuğa nasıl yedirdin?” diye soruyorum. Tuhaf tuhaf yüzüme bakıyor, “Ben hiç yedirmedim ki oturttum sofraya, yerse yesin, yemezse kalksın gitsin” diyor. Bu da ilginç. Hiç biri açlıktan ölçmemiş. Büyümüş gitmiş.
Babaannemin dediği aklıma geliyor. Babamlar yedi kardeş. Babaanneme bir gün “Babaanne yedi çocuğu niye yaptın, çok değil mi?” diye sordum. “Kızım biz korunmayı biliyor muyduk?. Hamile kaldım, doğdular. Ama Allah biliyor, hamile iken hep doğsunlar da ölsünler diye dua ettim, ama hepsi yaşadı” dedi üzülerek. Bebekken ölseler sevinecekmiş kadın. O zaman çok gülmüştüm bu cevaba. Ama düşününce, haklı aslında. Çok fakirlermiş. Biz Konya Bozkırlıyız. Adından da anlaşılacağı gibi bozkır işte. Ege gibi verimli topraklar yok. Uğraş didin, ek, dik anca boğazına yeter. İç Anadolu’da genelde erkekler tüm gün kahvede otururlar, çok iş yapmazlar. Evin, tarlanın, hayvanların tüm yükü kadınların üstündedir. Kadın tarlada çalışırken, ineklere bakarken, evin temizliği, ekmeği aşı derken bir de çocuk çıkıyor başına. Bakmak zor. “Babanne yedi çocuğa nasıl büyüttün?” dediğimde, “Ben ilkini büyüttüm diğerleri birbirine baktı” demişti. Kadın çocukları ile ilgilenmiyor. Bir ikisi telef olsa hayatı kolaylaşacak, üzülmek bir yana sevinecek. Ama hepsi yaşamış. Üstelik hepsi hırslı ve çalışkan insanlar olmuşlar. Derler ya ekmeğini taştan çıkarır, işte öyle insanlar. Üstelik o yoklukta babam okumuş, üniversiteyi bitirip mühendis olmuş. Kayınvalidemin çocukları da öyle. Hepsi çalışkan, başarılı. Eşimin de hikayesi babama benzer. Çok yoksul bir ailede iken okumuş, o da mühendis olmuş. Üstelik kimsenin hayal edemediği yıllarda İngiltere’ye burslu gidip yüksek lisans yapmış. Yönlendiren bilinçli biri de yok çevresinde.
O zamanlar bunları bağdaştıramıyor nedenini çok da sorgulayamıyorsunuz. Yıllar sonra anladım nedenini.
Ceren o kadar iştahsız ki, 2 yaşında bir hafta sonunu bir yumurtanın beyazı ile geçirdiğini bilirim. Ben o iki gün boyunca çorbalar, muhallebiler yapmaktan mutfaktan çıkamadım. Sonunda eşim “Betül, bırak yemek yapmayı, su içirelim, ölmesin yeter. Ölürse millete rezil olacağız” dedi. Tabi biz babaannem gibi köyde yedi çocukla yoklukta yaşamıyoruz ki. Bizimki ölürse bir de milletin çenesi var, “bir doktor, bir mühendis çocuğa bakamadılar” diyecekler. Ama merak etmeyin açlıktan ölmedi, büyüdü bir de doktor oldu.
1999 yılında, Ceren 3 yaşına geldiğinde girdiğim tıpta uzmanlık sınavını kazandım. Aydın’da ki Adnan Menderes Üniversitesi, çocuk sağlığı ve hastalıkları bölümünde asistandım artık. Aydın’a geldik. Ama o yıllarda Aydın’da kaloriferli ev çok azdı. Eşimin tayini de çıkmadı. Ev ve eşim Ankara’da kaldı. Biz Ceren ile Aydın’a geldik. Ben işe başladım. Kayınvalidemin köydeki evinde kalmaya, oradan işe gelip gitmeye başladım. Asistanlık çok zormuş. 36 saatlik nöbetler tutuyorum gün aşırı. Yani 2 günde bir yatmaya köye gidiyorum. Onda da yorgunluktan gider gitmez uyuyorum. Kızım Ceren’le ilgilenmek şöyle dursun, göremiyorum bile. Sadece hayatta kalmaya uğraştığım, şimdi nasıl dayanmışım dediğim çok zor günler.
Anca hafta sonu gördüm Ceren’i. Kilo almış, göbek yapmış, yanakları biraz tombikleşmiş. 3 yaşında daha. Yemek vakti geldi. Kayınvalidem sofra bezini serdi. O da ne?!... Ceren herkesten önce sofraya oturdu. Sofra bezini üstüne çekti ve panikle yanındaki yeri göstererek “anne gel, gel” dedi. Sonra sofrada anladım nedenini. Sofraya bir çanağın içinde çorba geliyor. Ev kalabalık. Kayınbiraderlerim, eltilerim, onların çocukları, kayınpeder, kayınvalide bir de biz. Herkes birbirine bakmadan hızla çorbayı kaşıklıyor. Ceren de hırsla saldırıyor, çorbaya. Onlardan önce yemeye çalışıyor. Tabi onlar üç kaşık alıncaya kadar ceren bir kaşık anca yiyor. Sanırım birkaç gün aç kaldı. Baktı ki kimse ona yedirmiyor, herkes kendi karnını doyurmak için yarışıyor, mecburen o da yarışa girdi. Ondan sofra kurulur kurulmaz sofraya oturdu. Burada gözünü açmazsan aç kalırsın. Peşinden elinde tabak kaşıkla koşan, naz yapacağın bir anne yok. Savaşmak, kendini kurtarmak zorunda. Hatta en komiği, diğerleri hızlı yiyip yemek azalınca, kaşığı ile diğerlerini kaşığına vuruyor. “Sen yeme, ben yiyeceğim, bu benim” diye. Hem çok gülüyorum, hem de mutluluktan gözlerim doluyor. Yaşasın sofra artık çok eğlenceli bir yer oldu.
Köy çocuklarına hayat sofrada başlıyor. Emeksiz yemek yok. Kimse sana bedavadan bir şey vermeyecek. Yaşam bir yarış, bu yarışta hızlı davranan, gayret eden karnını doyurur, başarıya ulaşır.
Asistanlığın çileli, yorucu günleri devam ederken oğlum Eren dünyaya geliyor. Ben onda babaannem modundayım. Sabah kalktığımda kendimin hayatta olduğuna şaşırdığım için Eren’le çok değil, hiç ilgilenemiyorum. Ona özel ne bir çorba yapmaya, ne yoğurt mayalamaya yetişebiliyorum. Sofraya oturtuyoruz. Önüne biz ne yersek onu koyuyoruz. O da yiyor. Sonra zaten her işini kendi yapmak zorunda kaldı. Okula bile bırakıp alamadım çocukları. O yüzden eve en yakın devlet okuluna kendileri gidip geldiler. Biz sadece bir kere hangi yoldan nasıl gidip geleceklerini uygulamalı anlattık. Ama hem çok başarılı hem de çok özgüvenli oldular. Eren üniversitenin ilk yılı telefon açıp pasaportunu istiyor benden. “Sebep?” diyorum, “Hırvatistan’a gidiyorum” diyor. Özgüvene bak. Her şey ayarlanmış. Pasaport mevzu olmasa son dakika “haber” verecek. Halbuki arkadaşlarım hala üniversitedeki çocuklarını okula bırakıp almakla meşgul.
Çocuklarınızın başarılı ve kendine güvenli insanlar olmasını istiyorsanız, sofrada rahat bırakın. 6 aydan itibaren sofraya oturdun. Önüne yiyecekleri koyun ve kendi yemenize bakın. Tablet telefon, televizyon yok. Yedi, yedi, yemedi mi kaldırın.
Kayınvalidemin “oturt sofraya, yerse yesin, yemezse kalksın gitsin” dediği yöntemin modern adı: BLW(Baby lead weaning) yani bebek liderliğinde beslenme. Şimdi bunu bize yeni bir yöntem diye yutturuyorlar. Köylü kadınlar, benim kayınvalide BLW’nin alasını yapıp tek cümlede özetlemiş. Aslında en organik yaşam köy yaşamı. Ne yazık ki kapitalist sistem bizim değerlerimizi elimizden alıp sonra da aynı değerlere bir yöntem adı koyup kitap yapıp satıyor.
Hepinize sağlıklı günler dilerim.