Bakırcılar Sokağı

Ahmet KELEŞOĞLU

Hüseyin; Nalcıların kahvehanesine bugün gitmeyelim, gidersek te ben beton direğin arkasında oturacağım, demişti.

Ali de; Beton direğin arkası senin öyle mi? peki Mehmet ile ben nerede oturacağız, dedi.

Hüseyin; Vallahi nereye oturursanız oturun ben canımı yolda bulmadım beton direğin arkası benim arkadaş, diye tekrarladı.

Herkes yer kavgası yapıyordu. Mahmut'un hiç sesi çıkmıyordu. Sadece dinliyor, konuşmanın nereye varacağını merakla bekliyordu. Sanki Konak Sinemasında yer kapma savaşı vardı.

"Direğin arkası senin, yok hayır benim" Bu nasıl bir münakaşaydı? Anlaşılır gibi değildi.

Hüseyin direğin arkasında oturmak istiyor, Ali ile Mehmet de hayır, biz nerede oturacağız diye itiraz ediyordu. Acaba direğin arkasında ne vardı? Mahmut bu konuşulanlara anlam verememişti, yoksa beton elektrik direklerinin bir sırrı olabilir miydi? Beton direk işte, ne olabilirdi ki?

Tepesine çıkabilmek için aralıklarla ortasında çukur basamakları olan, üstte de ucu sivri demir korkuluklara monte edilmiş üzerinde kuru kafa resmi ve ölüm tehlikesi yazılı levha asılı beton direk.

Tam kahvehanenin girişinde kaldırımın üzerindeydi.

Direği kendisine siper alanın canı, güvende sayılırdı.

Siyasi çatışmaların çok sık meydana geldiği günlerdi. Kahvehaneler taranıyor dernekler kurşunlanıyordu. Okul çıkışıydı, herkes arka sokaklardan güvenle evine gitmek istiyordu. Bakırcılar çarşısının girişiydi. Sokaktan aralıksız sesler geliyordu. Korku, hatalı davranışa neden olabilirdi. İnsanlar diken üstündeydi. Yoksa bir çatışma mı oluyordu? Hüseyin önden gitmişti. Mahmut son köy arabasına yetişmek için ara sokaklardan koşturuyordu. Ali ile Mehmet'te birlikte yürüyorlardı, biraz ilerlemişlerdi. Çatışma yoktu, bakırcılar bakır dövüyor, tenekecilerde saç kesiyordu. Bakırcıların sesi tenekecilerin sesini bastırıyor gibiydi.

Saç, teneke işini yerli ermeni ustaları yapardı. Bu bölgede teneke soba, banyo kazanı işleri onlardan sorulurdu. Barış ve sevgi içinde yüzyılı aşkın süredir devam etmişti sokaktaki esnafın komşuluğu. Zaman içinde tenekeciler göç etmişti. Sokak biraz daha sakinleşmişti, ama kalan bakırcılar da arkadaşları gidince çok üzülmüşlerdi. Sanki bir kanatları kırılmış gibiydi. Nede olsa yıllarca aynı sokağı paylaşmışlardı. Ayrılık ister istemez bir burukluk yaratmıştı. Sokak bakırcı ustalarına kaldı. Artık gürültünün de ses in de yapılacak işin de tüm sorumlusu bakırcılardı. Sabahtan başlardı bakırcıların çok sesli orkestra çalışması, gün batımına kadar devam ederdi. Akşam olduğunda sokağın gediklisi şöyle bir yürüdüğünde sesler de yavaş yavaş kesilirdi. Artık senfoniye ertesi gün sabaha kadar ara verilmişti. Yeni günde sokak, kim bilir neler görecekti. Aslında sokağın bu sesine herkes aşina sayılırdı, belki dışarıdan gelen yabancı birisine rahatsız edici gelebilirdi ama sokağın sakinleri bundan hiç rahatsız değildi. Her şey kendi akışında rutinine bağlanmış gibiydi. Yaşam ise devam edip gidiyordu. Bakırcıların az aşağısında terzi dükkânları vardı. Onun da sırasında şapkacılar dizilmişti. Şahane şapka yapılırdı bu dükkânlarda.

Terzi dükkânlarına varmadan ara sokağın hemen başında Metin amcanın şekerleme dükkânı sizi karşılardı. Onun da bu çarşıdaki mazisi çok eskiye dayanıyordu. Daha çok şekerci Metin olarak tanınırdı. Metin amcanın sırasında pastacılar, biraz ileriye baktığınızda da Remzi amcanın meşhur tarihi eser Pideci dükkânı görünürdü. Yaşlı annesiyle otururdu Remzi amca. Hiç çocuğu olmamıştı. Ama kalbinin bir tarafında hep baskın çocuk sevgisi vardı. O yüzden bütün çocukları kendi çocuğu saymıştı. Karısını yıllar önce kaybetmişti. Hiç kimsede olmayan bir özelliği vardı Remzi amcanın. Fırının önünden kim geçerse geçsin aç mı, tok mu, olduğunu hemen anlardı. Yeter ki bakışlarda bir sahtekârlık hissetmesin. Tuttuğu gibi çekerdi insanı içeri, hazır pişmiş pideler sıcak sıcak buharı üstünde karnı acıkanları beklerdi. Ama sinirli hali de hiç eksik olmazdı. Fakir fukarayı doyurur garibin halinden iyi anlardı. Ama bazen de anlamsız bir şekilde sertleşirdi. Belki de un fiyatlarına zam gelmişti, onun için sinirleniyordu Remzi amca. Böyle zamanlarda yanına pek yaklaşan olmazdı. O da zaten bir süre kimseyle konuşmazdı. Kaldırımda duran tahta sandalyeyi yola indirir ayağını da iyice uzatırdı. İki elini de ensesinden kavuşturdu mu, onun için her şey tamam dı. Sanki böyle dönemlerde terapiye girmiş gibi olurdu. Kim gelirse gelsin oradan kalkmazdı. Sokaktan bir araba geçecek olsa çekinir geri dönerdi, ya da yolun başından o sokağa hiç girmezdi. Bir defasında taksici esnaflarından birisi oradan geçerken, Remzi amcayı, yolun ortasında sandalye de otururken görmüş, hiç sesini çıkarmadan geri dönmüştü.

Ters olmasına ters ti ama kalbi çok temizdi Remzi amcanın. İçinde kötülük beslemezdi ama takışmaya da hiç gelmezdi.

Her yerin bir gediklisi olurdu o dönemde. Remzi amcada bu sokağın gediklisi sayılırdı. Mesela, bakırcılar çarşısının da en sevilen kişisi Rasim amcaydı. Kimse selam vermeden geçmezdi Rasim amcaya. O da, kendisi ile işi olsun ya da olmasın herkese çay söyler halini hatırını sorardı. Bakır tava tencere tamiri ve kalay işleri yapardı Rasim amca. Bir güzel kalaylardı ki bakırları sormayın gitsin. Pırıl pırıl parlatırdı tava ve tencereleri. Para hiçbir zaman sohbetin birinci sırasına geçmezdi bu dükkanda. Önce sağlık konuşulur arkasından güler yüzle kahkahalar atılırdı.

Rasim amcanın konuşması ve kahkahaları farklıydı. Diyalogları, hareketleri tiyatro repliklerine adeta taş çıkarırdı. Tezgahın önünde, oturduğu yerden bakır kazanını döverken aynı anda kahkahaya eşlik ederdi. Bu sırada yerden hafifçe doğrularak kalkar, iki eli ve ayağıyla tekrar kalktığı sandalyeye otururdu. Ayağını hızla yere vururken iki elinin ayasını da hızla birbirine çarpar, arkasından da olanca sesiyle kahkahayı basardı.

Siz bu esnada elindeki çekiç ve önündeki örs ün nereye gittiğini fark edemezsiniz. O sırada dışarıdan gelen bir müşteri de her şeyden habersiz gülüşme ve kahkahaların içinde bulurdu kendisini. O anda gülmenin bulaşıcı olduğuna gözlerinizle şahit olursunuz.

Gülmek güzel olmalı, güler yüzlü olmak belki de çok daha güzel olmalı dersiniz.

Paranız olmasa da işinizi bu dükkânda görebilirsiniz.

Rasim amcanın oğlu Mehmet, Ali ve Hüseyin ile okuldan arkadaştılar. Bir günden bir güne ayrılmazlardı. Devamlı birlikte olur birlikte gezerlerdi. Köye gitmediği zamanlarda Mahmut ta katılırdı bu birlikteliğe. Bir de Birol vardı. O da bu grubun içindeydi. Her zaman masaya ilk o gelirdi. Ama bir sorun vardı, Birol'un elleri çok terliyordu. Çoğu zaman oyun kâğıtları Birol'un elinde özelliğini kaybederdi. Doğuştan mıdır? Nedendir bilinmez ama elleri her zaman ıslak olurdu Birol'un. Bu yüzden kimse tokalaşmak istemezdi onunla. Bir defasında hoca yazılı kâğıtlarını sınıfa getirmişti, herkese kaç beklediğini soruyordu, sonrada sonuçları söylüyor kâğıdın üzerine de bir çentik atıyordu.

Birol; "benim kağıt aşağılarda daha bana çok sıra var" demişti. Mahmut'ta "nereden biliyorsun" dediğinde, Birol; "Kağıt buruş buruş olmuş görmüyor musun?" demişti. Gülüşmüşlerdi.

Doktorlar elinin devamlı terlemesine bir çare bulamamıştı.

Kahvehanenin yakınlarında otururdu Birol, masada oyun kurulduğunda daha bir oyun bile oynanmadan Birol'un oraleti masaya gelirdi. Masada çay ve oralet den başka bir şey içmek neredeyse yasaktı. Oyunlardan da ya elli bir ya da okey oynanırdı. Cebinde paranın olup olmamasının hiç bir önemi olmazdı. Eksik olanı ya arkadaşlardan birisi tamamlar ya da kahveciye bir selam çakılırdı. Hepsi o kadar. Şaka ve esprinin havalarda uçuştuğu ama saygı ve sevginin de kitabının yazıldığı yıllardı. Artık betondan yapılmış elektrik direğinin arkasındaki masa boşalmıştı. Bölgenin en önemli geçim kaynağı olan Fındık hasadı zamanı gelmişti. Herkes yavaş yavaş köyüne gidiyordu. Okulların da yaz tatiline girdiği ara dönem başlamıştı. Şehir neredeyse boşalmıştı. Yaklaşık iki aylık ara tatili içerisinde kimse bir biri ile görüşemezdi. Herkes bir an önce şehre inmek istiyor, hasretle buluşma gününü bekliyordu. Artık hasatlar kalkmıştı. Fındıklar tüccarın kapısına yığılmıştı. Okulların açılmasına da iki hafta kadar kalmıştı. Yavaş yavaş köyden dönüşler başlıyordu. Ali ve ailesi de şehre inmişlerdi. Ali daha eve girmeden doğru bakırcılar sokağına gitti. Sanki bir şeyler hissetmiş gibiydi. Koşturmaktan nefesi kesilmişti. Dükkanın önüne geldiğinde Mehmet'i sordu. Mehmet yok dedi Rasim amca. Köye gitti daha hiç dönmeyecek köyden dedi. Ali heyecanlanmıştı gözleri yerinden çıkacak gibiydi. Ne oldu Mehmet'e niçin gelmeyecek köyden dedi.

Senin haberin yok Ali, dedi Rasim amca. Sen köydeyken kahvehaneyi taradılar, Hüseyin öldü.

Ali beyninden vurulmuştu. Olduğu yere çöktü. Ayağa kalktı dükkanın içinde dönmeye başladı. Küçücük dükkanda Rasim amca Ali’yi tutamıyordu. Ali dükkanın tahta duvarlarına kafasını vuruyordu. "Direğin arkasına oturamadı, direğin arkasına oturamadı" diye çığlık atmaya başladı. Sonra dışarı fırladı. Sokağın başından sonuna kadar, "direğin arkasına oturamadı, direğin arkasına oturamadı" diye, bağıra bağıra gözden kayboldu.

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (4)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.