Lider, kriz dönemiyle ilgili olarak vardır; bir kriz dönemi ve koşulları yoksa kurtarıcı lider olunmaz..
Türk tarihinde 22 Haziran 1919 tarihli Amasya Genelgesi ile ulusun iradesini en yüce olarak tanımlayan ve onun yetkilendirmesiyle erk dediğimiz karşı konulamaz gücü yaratan kişidir, lider.
Biliyorsunuz Türk tarihimizin efsanevî destanında lider, ulusun başbuğu, ordunun başkomutanıdır. Atatürk örneğinde lider, yalnızca kriz döneminde ulusunun yeniden dirilişine önderlik eden başbuğ veya başkomutan olmaktan başka bir önemli rolü daha vardır liderin. Onun “en büyük eserimdir” dediği ve çöken bir imparatorluğun küllerinden diriltilen bir yeni devlet, Türkiye Cumhuriyeti ve onunla birlikte sonsuza kadar yaşatma azim ve kararlılığında olduğumuz Atatürk Devrimi vardır.
İşte bu ulus devlet ve Atatürk Devrimi dediğimiz büyük tarihî diriliştir ki, bizi Atatürk’ün liderlik özelliklerini hangi çerçevede ve süreçte düşünmek gerektiğini anlatır. 1918-1938 arasındaki yirmi yıllık dönemde Atatürk’ün bir kurucu lider ve inşa eden (yapıcı=mimar) olarak Türk Ulusunun kaderinde hangi ölçüde etkili olduğunu elbette biliyoruz. Ancak bir o kadar da önemlisi, kurucu liderin ölümünden sonra da devletinin ve ulusunun üzerinde süren etkisidir. Bizim tarihimizin akışını değiştiren en büyük şahsiyet kimdir? Atatürk’tür, çünkü ulusunun tarihinin akışını değiştirmiştir.
O, yeni bir eser inşa etmiştir. Sevres’den Lozan’a üzerinde bulunduğumuz bu coğrafya ve bütün dünya buna tanık olmuştur.
Atatürk, Onun hakkında en güzel monografiyi yazan Andrew Mango’nun söylediği gibi örnek bir lider olarak doğru hedefi seçmiştir ve bu hedefe ulaşmak için en etkili yolları bularak uygulamıştır.
Kaldı ki, Atatürk örneğinde karşımızda bir deha ve dâhi vardır. Prof. Hikmet Bayur, deha ve dâhi kavramlarının özelliklerini şöyle sıralamıştır:
(a) Doğuştan olağanüstü işler görmek ve eserler yaratmak kabiliyetinde olmak, yani olağanüstü yaratıcı bir dimağ taşımak.
(b) Herkesten çok önce anlamak ve görmek, sezmek, kavramak, duymak ve duygulanmak.
(c) Anlaşılması ve anlatılması imkânsız olan doğuştan büyüklük ve ululuk.
(d) İnsanlığın gelişmesi sırasında ulaşabileceği en yüksek zirveleri görüp göstermek ve topluluğu oraya götürecek olağanüstü yaratılışta olmak.
(e) Bazılarına göre uzun bir sabır. Prof. M. Fuad Köprülü, bundan 62 yıl önce, 16 Mart 1934 günü İstanbul’daki konferansında; kahramanların çevrenin birer ürünü olduklarını fakat asıl kahramanın, asıl büyük adamın hadiselerden doğan değil, hadiseleri doğuran olduğunu ve buna “Gazi İnkılâbı”nın büyük bir kahramanın eseri olarak örnek oluşturduğunu söylemiştir.
Çünkü onun sözleriyle Gazi, hadiselerin yarattığı değil, hadiseleri yaratan bir baştır; Türkler, Atatürk liderliğinde bağımsız cumhuriyetlerini kurmuşlar ve çağdaş uygarlık yarışına kendilerini hazırlayacak devrimlerini birbiri ardına inanılmaz bir hızla gerçekleştirmişlerdir. Türklerin tarihinde en büyük “onarım” ve “dönüşüm” olan “Türk İstiklal Savaşı ve Türk Devrimi” mucizesinin liderliğini yapan bu kahraman kişi bir “büyük insan”dır. Atatürk’ün tarihte iz bırakmış devlet adamlarını ne şekilde değerlendirdiği hakkında şu bilgiler bulunmaktadır.
Onun büyük hayranlıkla söz ettiği iki kahramanı vardır:
Emir Timur (1336–1405) ve Sultan Fatih (1428–1481).
Atatürk, Timur için bir keresinde; “O muhakkak ki dünyanın en büyük askeridir.”6 “Ben, Timur zamanında olsaydım, onun yaptığını yapabilir mi idim, onu söyleyemem; fakat o benim zamanımda olsaydı, belki daha fazlasını yapabilirdi,” diye konuşmuştur. Fatih için de benzer şeyleri söylemiştir: “Çok kereler Fatih’in karşısında kaldığı meseleleri düşündüğüm zaman ben de aynı hal çarelerine varmışımdır. Yalnız, Fatih benim karşısında kaldığım hadiseleri nasıl halledebilirdi? Bunun merak ederim. Fatih Mehmet büyük adamdı, büyük!”
Atatürk’ün liderlik sırları nelerdir?
Atatürk’ün liderlik sırlarını keşfetmek için size önermek istediğim üç aşamalı bir okuma planı vardır.
Bir: Hiç kuşkusuz ana kaynak, Atatürk’ün yazdıklarıdır; Ona ait olan bütün kitaplar ve belgelerdir.
İkinci aşama, Atatürk’ün yaşamına ve mücadelesine doğrudan tanıklık eden, onunla çeşitli ortamlarda birlikte olan yerli ve yabancı şahsiyetlerin anlatımlarıdır.
Üçüncü aşama, yerli ve yabancı gözlemciler tarafından yapılan yorumlar, değerlendirmelerdir.
Bundan sonra Atatürk’ün liderliğinde yatan sırları şöyle sıralayabiliriz:
Çalışkan, akılcı ve cesur olmak.
Liderlerin mücadeleleri incelendiğinde (sanırım herkes kabul edecektir) çalışkan, akılcı ve cesur olmak vazgeçilemez bir temel özellik olarak karşımıza çıkmaktadır. Yalnız burada önemli iki nokta var: Akıllı değil akılcı sözünü kullanıyorum. Aynı şekilde cesur diyorum, çılgın değil! Aynı şekilde cesur diyorum, çılgın değil!
1950 yılında Prof. Afet İnan, Atatürk’ün bazı karakter özelliklerini şu şekilde sıralamıştır:
1. Felâket karşısında soğukkanlılık.
2. Okuma ve çalışma kudreti.
3. Bir insanla onun hakkında bilgi edinmiş olarak konuşmak.
4. Yaptıklarıyla övünmekten ziyade yapacaklarını düşünmek.
5. Muvaffak olmak.
Yine Prof. Afet İnan, Atatürk’ün başarı formülünü Onun sözleriyle açıklamıştır:
“Bir insan, hayatında, büyük bir muvaffakiyet gösterebilir. Fakat yalnız onunla övünerek kalmak isterse, o muvaffakiyet de unutulmaya mahkûm olur. Onun için çalışmak ve daima
Muvaffakiyet aramak, herkes için esas olmalıdır.”
Atatürk’ün bütün zorluklara rağmen daima başarılı bir insan olduğunu söyleyen Prof. Afet İnan, bu durumu Atatürk’ün eğitimi, yeteneği, cesareti, sorumluluk alışı ve millî ve medenî
Duygularla hareket etmesi ve çalışkanlığı ile açıklamıştır. Çalışkanlık konusuna gelince;
Atatürk, İstiklal Savaşı’nın sona ermesinden hemen sonra bizim millet olarak bir zaafımız üstünde önemli bir saptamada bulunmuştur:
“Denebilir ki, hiçbir şeye muhtaç değiliz, yalnız tek bir şeye ihtiyacımız vardır; çalışkan olmak. Sosyal hastalıklarımızı araştırırsak asıl olarak bundan başka, bundan mühim bir maraz keşfedemeyiz. O halde ilk işimiz bu marazı esaslı surette tedavi etmektir. Milleti çalışkan yapmaktır. Servet ve onun doğal sonucu olan refah ve saadet yalnız ve ancak çalışkanların hakkıdır.”
Yeniden Prof. Afet İnan’ın tanıklığına başvuracağız, 6 Mart 1963 günü Millî Savunma Bakanlığı Araştırma ve Geliştirme Başkanlığında verdiği konferansta Atatürk’ün çok önemli bir özelliğini anlatmıştır:
“Bence Atatürk bizlere idealler göstermiştir. O diyor ki, ‘Mesudum, çünkü muvaffak oldum (21 Haziran 1930)’.
Muvaffakiyeti mesut olmaya bağlayan Atatürk’ten işittiğim bir cümle de şudur:
‘Bir insan hayatında büyük bir muvaffakiyet kazanabilir, fakat yalnız onunla övünerek kalmak isterse, o muvaffakiyet de unutulmaya mahkûmdur. Onun için çalışmak ve daima muvaffakiyet aramak herkes için esas olmalıdır.’ Bunu iki Amerikalı tayyareci subayın
Atlantik’i aşarak Türkiye’ye geldiği zaman (1930) söylediğinde not etmiştim.”
13 Kasım 1970 günlü Milliyet’te, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk ile arasında geçen bir konuşmayı şöyle aktarmıştır:
“Bir gün Cumhuriyet Halk Partisi’nin ilkeleri gözden geçiriliyordu. O sırada ukalâlık edip demiştim ki; ‘Paşam, bu her bakımdan bir inkılâp partisidir. İnkılâp partisi ise bir ideolojiye, bir doktrine dayanmadan yürüyemez.’ Yüzüme bir masumun yüzüne bakar gibi bakmış ve gülümseyerek; ‘O zaman donar kalırız,’ demişti. Atatürk’ün ne demek istediğini şimdi her vakitten daha iyi anlıyorum. Açık konuşayım, Atatürk demek istemişti ki; ‘Ben hür düşüncemi ve hür irademi, paslanmış demir kafesler içine hapsedemem. Bu hatayı işlersem, milletime ve kendime ileriye gitme ve yaratma gücünü kaybetmiş olurum. Onun akılcılığı aynı zamanda bilime ve insana güvenmektir:
“Her işin esas hedefine kısa ve kestirme yoldan varmak arzuya değer olmakla beraber, yolun makul, mantıkî ve bilhassa ilmî olması lazımdır.”
Prof. Afet İnan, Atatürk’ün insanla ilgili önemli bir sözünü aktarmıştır:
“İnsan, hareket ve faaliyetin, yani dinamizmin ifadesidir.”
Bir diğer önemli tanık Celal Bayar’ın aktardığına göre; Atatürk, Yahya Kemal’e şunu söylemiştir:
“Atatürk, Yahya Kemal ile konuşmasında; ‘Her olayı kendi kanunları içinde incelerim ama bunu yaparken de hiçbir zaman insanı ve evreni gözden kaçırmam,’ diyor.”
Peki, bu nasıl bir insan?
Atatürk, “Gerçeği konuşmaktan korkmayınız,” derken o insanı da tanımlıyor. Demek ki Atatürk, sorgulama yeteneği ile akıl kirliliğine tümüyle meydan okurken, cesurdur.
Genelkurmay Başkanımız Orgeneral İlker Başbuğ, Atatürk’ün bu özelliğini, Ankara’da Kara Harp Okulu açılış töreninde; “Atatürk için okumak, sorgulamak demektir” sözleriyle vurgulamıştır. Atatürk döneminin önemli tanıklardan Falih Rıfkı Atay’ın aktardığına göre bir Amerikalı gazeteci: “İşlerinizde nasıl muvaffak oluyorsunuz?” diye sormuştur.
Atatürk şu yanıtı vermiştir:
“Ben, bir işte nasıl muvaffak olacağımı düşünmem. O işi başarmama neler engel olabilir diye düşünürüm. Engeller ortadan kalktıktan sonra iş kendiliğinden olur.”
İşte, cesur olmaktan kastım budur. Vatanına ve ulusuna kendini adamak, idealist olmak. Çalışkan, akıllı ve cesur olabilirsiniz; ancak Atatürk gibi bir lider olmanız için bu yeterli midir? Hayır, bir vatan ve bir ulus var ve kendinizi onlara adayacaksınız. Atatürk, “Ben gerektiği zaman en büyük hediyem olmak üzere Türk milletine canımı vereceğim,” demektedir. Lider, 24 Nisan 1920 günü Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisi tarafından başkanlığa seçildikten sonra şöyle konuşmuştur:
“(...) Hayatımın bütün safhalarında olduğu gibi, son zamanların buhranları ve felâketleri arasında da bir dakika geçmemiştir ki, her türlü huzur ve istirahatimi, her nevi şahsî duygularımı milletin selâmetine ve saadeti namına feda etmekten zevk almış olmayayım. Gerek askerî hayatımda ve gerekse siyasi hayatımın bütün devir ve safhalarını işgal eden mücadelelerimde daima rehberim olarak millî iradeye dayanarak milletin ve vatanın muhtaç olduğu gayelere yürümek olmuştur.”
27 Ekim 1922 günü, Türk Ordusu’nun Zaferi’ni kutlamak için İstanbul’dan gelen öğretmen grubu ile Bursa öğretmenlerine çocuk ve gençlere verilmesi gerekli olan ulus ve ülke sevgisini şu şekilde vurgulamıştır:
“Kesinlikle bilmeliyiz ki, iki parça halinde yaşayan milletler zayıftır, hastadır. Çocuklarımıza ve gençlerimize vereceğimiz tahsilin hududu ne olursa olsun, onlara esaslı olarak şunları öğreteceğiz:
1. Milletine,
2. Türkiye Devletine,
3. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne düşman olanlarla mücadele vasıtalarıyla donanmayan milletler için yaşama hakkı yoktur.”
Atatürk, sorumluluk almanın öneminin farkındadır:
“Mesuliyet yükü, her şeyden, ölümden de ağırdır. O, milletle özdeşleşmiştir:
“Eğer mensup olduğum milletin şanı, şerefi varsa ben de şanlı ve şerefliyim. Aksi takdirde içinizden herhangi bir adam çıkar da şan ve şeref arkasından koşar ve sivrilmek isterse biliniz ki, o beladır, beladır, beladır. Millet bu gibilerine asla müsaade etmemelidir.”
Atatürk örneğinde Lider, ulusun ortak iradesinin adıdır. Atatürk’ün liderlik sırlarından üçüncüsü gücünü ulustan ve onun temsilcisinden almak. Burada kastım, hukuki anlamda meşruluk kavramıdır.
Peki, Atatürk’ün liderlik anlayışında “hukuki meşruluk” ilkesinin önemi bilinirken “Amasya Genelgesi”ndeki istisnaî durum nasıl açıklanabilir?
“Ben milletimin vicdanında ve istikbalinde sezdiğim büyük tekâmül istidadını bir millî sır gibi vicdanımda taşıyarak peyderpey (art arda) bütün içtimaî heyetimize tatbik ettirmek mecburiyetinde idim,” diyen büyük komutan askerlik ve siyaset yaşamı boyunca “hukukî meşruluk” ilkesini her zaman önemsemiştir.
20. Yüzyıl başında Batı Türklerinin efsanevî kahramanı, bütün davranışlarını bu kavram etrafında toplamaya özen göstermiştir. Bu nedenledir ki, “Amasya Genelgesi”ndeki stratejik tercihin “hukuki meşruluk” temeli, siyasal bilim literatüründeki “zaruret hali nazariyesi” ile açıklanmak durumundadır.
Liderin yaklaşımı şu şekildedir:
“Ben zannediyorum ki, millet fertlerinden hiçbirinden fazla yüksekliğe sahip değilim. Bende fazla bir girişim görüldüyse bu benden değil, milletin bileşkesinden çıkan bir girişimdir. Sizler olmasaydınız, sizlerin vicdanî eğilimleriniz bana dayanak noktası olmasaydı; bendeki girişimlerin hiçbiri olmazdı.(...)”
Atatürk, ulus ve vatan için duygularını şöyle ifade etmiştir:
“Memleket ve milletin kurtuluşu ve saadeti için çalışmaktan başka bir maksadım yoktur. Bu, insan için kâfi bir sevinç ve haz temin eder. Şahsî, ailevî huzur ve saadet milletin huzur ve saadetiyle kaimdir. Vatan mutlaka selamet bulacak, millet mutlaka mesut olacaktır. Çünkü kendi selametini kendi saadetini memleketin milletin saadet ve selameti için feda edebilen vatan evlatları çoktur.”
Atatürk, 26 Mart 1937 günü, Ankara Halkevi’nde, savaş günlerine dair bir anısını şöyle aktarmıştır:
“Ben 1919 senesi Mayıs ayının içinde Samsun’a çıktığım gün elimde hiçbir kuvvet yoktu. Yalnız büyük Türk milletinin asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve manevî bir kuvvet vardı. İşte ben bu ulusal kuvvete güvenerek işe başladım. Samsun’dan Anadolu içlerine kırık bir otomobille gidiyordum. (...) O kırık otomobil, Anadolu yollarında ilerlerken ben daima düşünür ve yaverime şimdi sizin terennüm ettiğiniz şarkıyı söyletirdim. Ben Türk ufuklarından bir gün derhal bir güneş doğacağına, bunun hareket ve kuvvetinin bizi ısıtacağına, bundan bize bir güç çıkaracağına o kadar emindim ki, bunu adeta gözlerimle görüyordum. O şarkıyı okutup tekrar ettirmekten maksadım Türk’ün bu güneşi doğunca muvaffak olacağını anlamaktı. (...)”:
DOĞRU ZAMANDA DOĞRU KARAR ALMAK VE UYGULAMAK
Biliyorsunuz vizyon, bir gelecek anlayışıdır. Bugünün yeteneğinin ötesine geçen, bugün ile yarın arasında entelektüel bir köprü kuran, geçmişi ya da statükoyu onaylamaya değil, ileriye bakmaya temel olan, tasavvur edilmiş bir olanaktır. Vizyonun gücü; lidere, pozitif eylem, gelişme ve dönüşüm için bir temel sağlamasından kaynaklanır. Karanlıkta fener olabilmek için vizyon, geleceği insanların kolayca kavrayabileceği şekilde tasvir etmelidir. İnsanların operasyonel anlamda kolayca anlayabileceği basitlikte bir başarı konsepti içermeli; insanlar da bunu örgüt içindeki rollerine ve işlerine uygulayabilmelidir. Atatürk, mizaç ve yetişme bakımından soyut bir düşünürden çok bir eylem adamıdır. Fakat eylemlerini uzun boylu düşünmüş ve düşüncelerini de harikulade bir şekilde ifade etmeyi becermiştir.
Atatürk, Mütareke Türkiyesi’nde, sertlik yanlısı politikanın sözcüsü ve uygulayıcısı konumundadır; bu doğrudur. Fakat unutulmamalıdır ki, Atatürk ve Onunla birlikte olanlar, başta İngiltere olmak üzere işgalci devletlerin Türkiye’ye zorla dayattıkları bir sertlik politikasına karşılık olmak üzere tek seçenek olarak “sertlik” çizgisinde bir ulusun ölüm-kalım savaşını örgütlemek ve kazanmak zorunda kalmışlardır. Sakarya Meydan Savaşı öncesindeki Tekâlif-i Milliye Emirleri, Liderin vizyon gücünü gösteren bir uzak görüşlülüktür.
Türk İstiklâl Savaşı’nın Başkomutanı ve Türkiye Devletinin kurucusu Mustafa Kemal Paşa’nın, “uygun zaman” ve en iyi pozisyonla Anadolu’da bir göreve tayin edilmesi ve vakit geçirmeksizin, ulusuna “sonsuz bir güven” duyarak “ihtilâl” hazırlığına başlaması ve nihayet zaferden sonra sürdürdüğü “kararlılık” öğesi asıl belirleyici yanını oluşturmuştur. Onun liderlik tarzında en önemli vasfı olarak temayüz eden “kararlılık” öğesi, ölümünden sonra ve bugün de bir “yeryüzü efsanesi” olarak düşüncelerinin ve yapıtlarının yaşatılmasına katkıda bulunmaktadır.
Genellikle özen ve “Atatürk’ün askerlikte ve inkılâpçılıkta başarı sırlarından birincisi tam zamanını beklemek, ikincisi fırsatı kaçırmamaktır. İlk defa Erzurum’a gittiği vakit halka mukaddes saltanat ve hilafet makamlarını yabancıların baskısı altından kurtarmayı başlıca hedefleri arasında göstermiştir. İnkılâpçılık davalarından hiçbirini zafere kadar kimseye sezdirmemiştir.”
“Fakat Vahdettin bir düşman zırhlısı ile İstanbul’dan kaçınca padişahlığı kaldırmak için eline geçen bu fırsatı bir gün bile kaçırma[mıştır].”
“Zaman gelmiş midir, gelmemiş midir, bu hiçbir teşhis hatasına gelmez. Başarmış devrimcilerin deha sırrı bu teşhisi iyi koymaktır. Sonra da hemen yapmak yolu dönülmez kılmaktır.”
Bir diğer önemli tanık Mazhar Müfit Kansu’nun Atatürk’ten aktardığına göre; “Bir işi zamansız yapmak, o işi başarısızlığa uğratmak olur.”
“Herhangi bir zorluk önünde kaldığım zaman benim yaptığım iş şudur: Vaziyeti iyice belirlemek, sonra bu vaziyet karşısında alınacak tedbirin ne olduğuna karar vermek. Bu kararı bir kere verdikten sonra artık acaba yapayım mı, yapmayayım mı diye tereddüt etmemek, tereddütsüz kararı uygulamak! Ve başaracağıma inanarak uygulamak!”
Atatürk’ün son Başbakanı ve Türkiye’nin 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın anlatımına göre;
“Atatürk metodolojisinde ‘duygu’ya yer yoktur. Laboratuvara girmiş bir ilim adamı, tüpteki oksijenle, hidrojen arasında nasıl bir ayırım yapmaz, birinden birini kendisine daha yakın görmezse, sosyal bilimin laboratuvarına giren bir devlet adamı da doğru bir sonuca varabilmek için, tüm duygularından sıyrılmak zorundadır.
Atatürk, işte bunu başarabiliyordu. Atatürk, gerçek bir liderdir:
“[Gerçek lider] herkesin hareketsizlik içinde ne yapacağını bilmediği anda, en uygun zamanda, en akılcı ve gerçekçi çareyi bularak, süratle hareket edebilen insandır.”45Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk’ün “derin bir muhakeme”, “isabetli bir görüş” ve “cüretli bir karar verme kabiliyeti” diye ifade ettiği vasıflarını “yüzde 80 askerlik mesleğine borçlu olduğunu” yazmıştır.
Atatürk, doğuştan gelen nitelik ve yeteneklerini yaşamı boyunca sürekli geliştirmiştir:
“Atatürk’ün doğuştan getirdiği erişilmez nitelik ve yeteneklerini kendi amacı yönünde, devamlı ve sistemli olarak besleyip geliştirdiği de bir gerçektir. Bu sayede de, bir insanın sahip olabileceği en üstün ve en seçkin yeteneklere sahip olmuştur. Bu da Onun liderliğini abideleştiren büyük bir faktördür.”
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk ile en yakın silâh ve dava arkadaşı İsmet Paşa arasındaki farkı anlatmıştır:
“(...) İsmet Paşa muntazam çalışırdı. Kimse Onun kadar hizmet edemezdi. İsmet Paşa’nın bence kusuru çok tereddütlü oluşu idi. (...) Atatürk karar verir icra ettirirdi. İsmet Paşa’nın karar vermesi için, uzun bir müddet geçmesi lâzımdı. İnönü daima büyük bir kumandanın yanında çalışmaya alışmış adamdı. İnönü, Atatürk’ün erkânı harbiyesi idi yani, emir adamı değildi. Emir adamı olmak için, ne bileyim, tereddütsüz adam olmak lâzımdır. İnönü tereddüt içinde bir adamdı.”
Lider, büyük bir alt-üst oluş ve acımasız bir kriz koşullarında ortaya çıkmıştır. Yani esas itibariyle bir kriz yöneticisi olarak tarih sahnesindedir. İşte bu noktada beşinci ve çok önemli bir özellik karşımıza çıkmaktadır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk ile en yakın silâh ve dava arkadaşı İsmet Paşa arasındaki farkı anlatmıştır:
“(...) İsmet Paşa muntazam çalışırdı. Kimse Onun kadar hizmet edemezdi. İsmet Paşa’nın bence kusuru çok tereddütlü oluşu idi. (...)
Atatürk karar verir icra ettirirdi. İsmet Paşa’nın karar vermesi için, uzun bir müddet geçmesi lâzımdı. İnönü daima büyük bir kumandanın yanında çalışmaya alışmış adamdı. İnönü, Atatürk’ün erkânı harbiyesi idi yani, emir adamı değildi. Emir adamı olmak için, ne bileyim, tereddütsüz adam olmak lâzımdır. İnönü tereddüt içinde bir adamdı.”
Lider, büyük bir alt-üst oluş ve acımasız bir kriz koşullarında ortaya çıkmıştır. Yani esas itibariyle bir kriz yöneticisi olarak tarih sahnesindedir. İşte bu noktada beşinci ve çok önemli bir özellik karşımıza
Çıkmaktadır.
SAVAŞI VE BARIŞI PLANLAMAK, YÖNETMEK (=KRİZ YÖNETİMİ)
Eski Yunan filozofu Aristoteles, “Bir harbi kazanmaktan çok ve daha güç şey barışı teşkilatlandırmaktır. Eğer barış iyi teşkilatlandırılmazsa, harpte kazanılan zaferin meyveleri kaybolacaktır,” diye yazmıştır. Atatürk, hiçbir konuyu rastlantılara bırakmamış, savaşta ve barışta her şeyi planlamak ve yönetmek çabasında olmuştur. Onun Nutuk’ta anlattığı 8/9 Temmuz 1919 gecesi50 ve ordudan istifa etmek zorunda kalışı; ardından yaşananlar bu şekilde değerlendirilebilir.
Atatürk’ün liderlik özelliklerinden biri, adam seçmeyi iyi bilmesidir. Önemli tanıklardan Orgeneral Kâzım Özalp’in anlatımına göre; Atatürk, önemli bir göreve getirilmesi düşünülen kimseyi, önceden değişik görevlerde görmemiş ve onun hakkında önceden bir fikir edinmemiş ise, mutlaka birkaç kere görüşerek, bilgisini, zekâsını ve tutumunu incelemektedir. İlk görüşmelerden sonra, imkân olursa yaptığı gezilere de götürmekte ve kişi hakkında kesin bir kanaate varmaktadır.52
Lider olarak iyi bilmektedir ki; millî güç için yapılması gereken hazırlıkların tamamlanması, sürekliliği ve millî güç unsurlarının stratejik yönetimi, ancak kriz yönetimi teknikleri ile mümkündür. Ekip çalışması ise kriz yönetiminin anahtarıdır-
Atatürk, Medenî Bilgiler kitabında ekip çalışmasını şöyle açıklamıştır:
“Yolunda yalnız olmayacaksın. Orada aynı hedefi takip eden başkaları ile beraber yürüyeceksin. Bu hayat yarışında, diğerleri kabiliyetleri itibariyle sizi geçebilirler. Bir başarı elinizden kaçabilir. Bundan dolayı onlara kızmayınız ve elinizden geleni yapmışsanız, kendi kendinize de kızmayınız. Asıl mühim olan başarı değil, gayrettir. İnsanın elinde olan ve onu memnun eden ancak gayrettir.”
Atatürk, Nutuk’ta, “Felaket başa gelmeden evvel, onu önleyecek ve ona karşı savunulacak gerekleri düşünmek lazımdır. Geldikten sonra dövünmenin faydası yoktur,” demektedir.55 Atatürk, 30 Ağustos 1922’de askerî zaferin kazanılmasıyla birlikte, ulusun çağdaşlaşması için öngördüğü stratejik devrimleri gerçekleştirirken genç liderler yetiştirmeye büyük özen göstermiştir.
Lider, adam seçmesini bilendir. Etkin liderler, ittifaklar oluşturur ve ekip kurar. Liderliği örgüt çapında dağıtarak, duvarları, tabanları ve tavanları yok eder. Ekip oluşturmak, insanları öyle bir sorumluluk duygusuyla donatır ki, gelişim ve dönüşüm ivmesi yalnızca tepeden değil, bütün örgütten kaynaklanır, etkin liderlik, yukarıdan kontrol değil, insan gücünü ortaya çıkarmaktır. Atatürk kendisinin liderlik sırlarından, önceden planlamak ve yönetmekle ilgili bir örneği Nutuk’ta şöyle anlatmıştır:
“Burada zihinlerde var olma ihtimali bulunan bazı tereddüt düğümlerinin çözülmesini kolaylaştırmak için bir gerçeği hep birlikte gözden geçirmeliyiz. Yaklaşan millî mücadelenin tek amacı yurdu dış saldırıdan kurtarmak olduğu halde, bu mücadele başarıya ulaştıkça, millî iradeye dayanan yönetimin bütün ilkelerini ve şekillerini evre evre bugünkü döneme kadar gerçekleştirmesi olağan ve kaçınılmaz bir tarih akışı idi. Bu kaçınılmaz tarih akışını gelenekten gelen alışkanlığı ile hemen sezinleyen hükümdarlık ailesi, ilk andan başlayarak Millî Mücadele’nin amansız bir düşmanı oldu. Bu kaçınılmaz tarih akışını ilk anda ben de sezinledim ve gördüm. Ama baştan sona bütün evreleri kapsayan sezgilerimizi ilk anda bütünüyle açığa vurmadık ve söylemedik. Gelecekte olabilecekler üzerine çok konuşmak, giriştiğimiz gerçek ve maddî mücadeleye boş kuruntular niteliği verebilirdi; dış tehlikenin yakın etkileri karşısında üzüntü duyanlar ise, geleneklerine, düşünme yeteneklerine, ruhsal durumlarına uymayan olası değişikliklerden ürkeceklerin ilk anda direnmelerine yol açabilirdi. Başarı için pratik ve güvenilir yol, her evreyi zamanı geldikçe uygulamaktı. Milletin gelişmesi ve yükselmesi için selamet yolu bu idi. Ben de öyle yaptım. (...)”Bu kaçınılmaz tarih akışını ilk anda ben de sezinledim ve gördüm. Ama baştan sona bütün evreleri kapsayan sezgilerimizi ilk anda bütünüyle açığa vurmadık ve söylemedik. Gelecekte olabilecekler üzerine çok konuşmak, giriştiğimiz gerçek ve maddî mücadeleye boş kuruntular niteliği verebilirdi; dış tehlikenin yakın etkileri karşısında üzüntü duyanlar ise, geleneklerine, düşünme yeteneklerine, ruhsal durumlarına uymayan olası değişikliklerden ürkeceklerin ilk anda direnmelerine yol açabilirdi. Başarı için pratik ve güvenilir yol, her evreyi zamanı geldikçe uygulamaktı. Milletin gelişmesi ve yükselmesi için selamet yolu bu idi. Ben de öyle yaptım. (...)”Diyebilirim ki ben, milletin vicdanında ve geleceğinde sezdiğim büyük gelişme yeteneğini bir millî sır gibi vicdanımda taşıyarak yavaş yavaş bütün toplumumuza uygulatmak zorundaydım.”58
Atatürk’ün Kazım Karabekir Paşa’ya bir mektubundaki yaklaşımı, çalışmalarını olayların akışına bırakmayan bir lider olarak önceden sezme ve planlama yapma kabiliyetini göstermektedir:
“(...) Ben yalnız bir noktaya işaret etmekle yetineceğim. O nokta, zuhurata tâbi olmak tevekkülüdür [olayların akışına bağlı kalma gibi bir yazgıya boyun eğiştir]. Biz elbette kendimizi böyle bir boyun eğişe bırakamazdık. Tersine olayların nasıl gelişebileceğini, önceden gerçeğe yakın olarak kestirip karşı önlemlerini düşünmek ve zamanında duraksamadan uygulamak istiyorduk.”
Lider, 22 Temmuz 1919 günü Erzurum Kongresi’nin açılışında şunları söylemektedir:
“Efendiler; bilinen gerçeklerdendir ki, tarih bir milletin kanını, hakkını, varlığını hiçbir zaman inkâr edemez. Dolayısıyla böyle bir yalan yüz örtüsünün arkasından yurdumuz ve milletimiz aleyhine verilen hükümler, kanaatler kesinlikle iflasa mahkûmdur. Ve işte bütün bu iğrenç zulümlerden ve bu mutsuz beceriksizliklerden etkilenen milli vicdan sonunda uyanış çığlığını yükseltmiş ve milli hakların korunmasını ve yurt savunması gibi çeşitli adlarla ve ancak aynı kutsal kavramların korunmasını sağlamak için beliren milli akım bütün yurdumuzda artık bir elektrik ağı haline girmiş bulunuyor.”
“İşte bu kesin kararlı ağın oluşturduğu yiğitlik ruhudur ki, kutsal yurt ve milletin ve yüce hilafet makamının mukaddesatını kurtarma ve korumaya dayalı son sözü söyleyecek ve hükmünü uygulattıracaktır.”
Gerçek, ayrıntılarda gizlidir. Ölümünden 70 yıl sonra Onu çekiciliğinden bir şey kaybetmeden aramızda yaşayan biri olarak görmemizin tek nedenidir: Düşüncelerini ulusla paylaşmak, ulusu dinlemek ve popülizmden uzak durmak.
ABD’li yorumcu Prof. Dankwart Rustow’un aktardığına göre;
“Mercii muhaberat” en uygun terim Onun bu özelliğini tanımlayan terimdir. Sivas Kongresi’ni ziyaret eden bir Amerikalı gazeteci şöyle haykırmıştır: Ömrümde daha etkili bir haberleşme şebekesi görmedim… Yarım saat zarfında Erzurum, Erzincan, Musul, Diyarbakır, Trabzon, Ankara, Malatya, Harput, Konya, Bursa haberleşme hâlinde idi.”
Önemli olaylar sırasında Mustafa Kemal bizzat telgrafı işleten operatörle birlikte birkaç saat boyunca karşısındaki ile telgraf yoluyla diyaloga girişmektedir.1922 yılında birgazeteci ona sormuştur: “Bu savaşı nasıl kazandınız?”
Mustafa Kemal gülümseyerek yanıt vermiştir:
“Telgraf telleri ile…”
Lider, 27 Aralık 1919 tarihinde, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyeti Temsiliyesi ile birlikte Ankara’ya geldikten sonra hareketin organı olarak 10 Ocak 1920 tarihinden itibaren yayın yaşamına atılan gazetenin adı, İrade-i Milliye’dir.Atatürk, bir lider ve yöneticide bulunması gereken temel özellik olan üst düzey bir iletişim yeteneğine sahiptir.
Devrimlerin acil olduğunu açıklamak için bütün ülkeyi dolaşmıştır. Kendini son derece düzgün, dikkatli ve ikna edici bir şekilde anlatmıştır. “Türk Gençliğine Hitabesi” ve “Cumhuriyet’in İlanının Onuncu Yılı Konuşması” etkili söylevlerinin klasikleşmiş örnekleridir. Liderlik için açık bir amaç yeterli değildir. Lider, bu hedefini kendisini takip edenlere de iletebilmelidir. Atatürk bunu kalıcı bir başarıyla gerçekleştirmiştir.
Genelkurmay Başkanımız Sayın Orgeneral İlker Başbuğ tarafından düzenlenen bir uluslararası sempozyum açış konuşmasında verilen istatistiklere göre; Atatürk, 1923–1938 yıllarında, yani 15 yılda, o günkü ulaşım koşullarında 448 seyahat (yılda ortalama 30 yurt içi gezi) yapmıştır.
1923 yılında; “Milleti aldatmayacağız! Millete, daima ve daima gerçeği söyleyeceğiz. Belki hata ederiz, yanlış şeyleri gerçek zannederiz. Fakat millet onu düzeltsin.”67
1925 yılında;
“Birbirimize daima gerçeği söyleyeceğiz. Felâket ve saadet getirsin, iyi ve fena olsun, daima gerçekten ayrılmayacağız.”
Bir diğer önemli tanık Falih Rıfkı Atay’ın aktardığı bilgi şöyledir:
“Cumhuriyet’in ilânının on ikinci yıldönümü için büyük dövizler hazırlanmıştı: ‘Atatürk bizim en büyüğümüzdür’, “Atatürk bu milletin en yükseğidir’, ‘Türk Milleti asırlardan beri bağrından bir Mustafa Kemal çıkardı’ gibi…”
“Dövizler listesini gözden geçiren Atatürk, hepsini çizdi, şunu yazdı: ‘Atatürk, bizden biridir.’Atatürk,
17 Mart 1937 günü Romanya Dışişleri Bakanı Antonescu ile görüşmesinde de bu konuya değinmiştir:
“(...) Ben düşündüklerimi sevdiklerime olduğu gibi söylerim. Aynı zamanda lüzumlu olmayan bir sırrı kalbimde taşımak iktidarında olmayan bir adamım. Çünkü ben bir halk adamıyım. Ben düşündüklerimi daima halkın önünde söylemeliyim. Yanlışım varsa halk beni tekzip eder. Fakat şimdiye kadar bu açık konuşmada halkın beni tekzip ettiğini görmedim.”
Atatürk’teki bu iletişim yeteneği devrimlerin yaygınlaşmasında harç işlevi görmüştür.1939 yılında İsmet İnönü, Atatürk’ün bu özelliğini Financial Times gazetesinde şöyle anlatmıştır:
“Atatürk’ün cemiyet ile söyleşmek ve onunla iş görmek hevesi memlekette pahası ölçülmez iyilikler yapmıştır. 1919 İhtilali’ne girdiğinden itibaren, fikirlerini kongrelere, heyetlere ve fertlere anlatmaya çalışıyor. Nihayet, çetin silah hareketleri ile hallolunacak muğlâk davalar için, her şeyden evvel cemiyeti ikna etmeye, yani kamuoyu oluşturmaya teşebbüs ediyor. Bu zihniyetin en büyük eseri, 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin meydana gelmesi olmuştur.”
“Harp ve ihtilâl içinde bulunan bir milletin meselelerini Meclis ile idare etmek kolay bir iş değildi. Atatürk’ün cemiyet içinde yer tutmak ve çalışmak hassasıdır ki, bu temiz ve çetin idareyi bize temin etmiştir. Atatürk, kamuoyu oluşturur ve buna önem verir, halka inanır. Atatürk, Padişahlığın kaldırılışı ve Hilafet makamının yetkisiz bırakılışı üzerine; “Halk ile yakından görüşmek, ruh durumunu ve düşünce eğilimini bir daha incelemek önemliydi.”
“Bundan başka, Meclis, son yılına girmiş bulunuyordu. Yeni seçim dolayısıyla Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetini bir siyasal parti durumuna getirmeye karar vermiştim. Barış sağlanacak olursa, cemiyetimiz teşkilatlarının siyasal partiye çevrilmesini gerekli görüyordum. Bu konuda da halkla karşı karşıya gelip görüşmeyi uygun ve yararlı buluyordum. Zaferden sonra, eğitimle uğraşmaya başlamış olan ordumuzu da yakından görmek istiyordum. İşte bu amaçlarla Batı Anadolu’da bir gezi yapmak üzere 14 Ocak 1923 günü Ankara’dan ayrıldım. Eskişehir’den başlayarak İzmit, Bursa, İzmir, Balıkesir’de halkı uygun yerlerde toplayarak uzun söyleşiler. Bana diledikleri gibi serbest sorular sormalarını halktan istedim. Sorulan sorulara yanıt olmak üzere, altı saat, yedi saat süren uzun konuşmalar yaptım.”
1 Kasım 1922 günü, Büyük Millet Meclisinde Padişahlık konusu tartışılmaktadır. Önergeler üç komisyonun ortak toplandığı bir karma komisyonda incelenmektedir. Atatürk, Hoca Müfit Efendi’nin başkanlığında toplanan karma komisyonu bizzat izlemektedir. Komisyonda üyeler, padişahlık ile halifeliğin birbirinden ayrılamayacağını öne sürmektedirler. Atatürk anlatıyor:
“(...) Biz çok kalabalık olan bu odanın bir köşesinde tartışmaları dinliyorduk. Bu tarz görüşmelerin, istenilen sonuca varmasını beklemek boşunaydı. Bunu anladık. Nihayet, Karma Komisyon Başkanı’ndan söz istedim. Önümdeki sıranın üstüne çıktım. Yüksek sesle şunları söyledim:
‘Efendim, dedim, egemenliği hiç kimse, hiç kimseye, bilim gereğidir diye, görüşmeyle tartışmayla veremez. Egemenlik, güçle, iktidarla, zorla alınır. Bu, ne olursa olsun yapılacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi doğal karşılarsa, benim fikrime göre uygun olacaktır. Aksi takdirde, bu gerçek, usulüne göre kabul edilecektir. Ama belki birtakım kafalar kesilecektir. İşin ilmî yönüne gelince, hoca efendilerin hiç merak ve endişelenmelerine gerek yoktur; bu hususta ilmî izahat vereyim, dedim ve uzun uzadıya birtakım açıklamalarda bulundum. (...)
Mesele Karma Komisyon’da çözümlenmişti. Lider, tarihî koşulların ürünüdür. Ancak lider, başarılı olmak için zamanın önünde koşmalıdır. Lütfen en başta söylediğim Türk Sözü’nü bir kez daha anımsayınız:
“Göz odur ki, dağın arkasını göre, akıl odur ki, başa geleceği bile.”
Lider, zengin ve pek görkemli bir tarih bilgisine sahiptir. Atatürk’ün üstün tarih bilgisi karşısında hayranlık duymayacak bir tek kişi bulabiliri misiniz? Şöyledir: Sağlam bir tarih bilgisiyle zamanın önünde koşmak.
Atatürk, Leon Caetani’nin dokuz ciltlik İslâm Tarihi (İstanbul, 1924) adlı eserini okurken (Cilt 5, s. 68)’deki “Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır,” sözünün altını mavi kalemle çizmiş ve yanına çok mühim olduğunu belirtmek için iki defa çarpı işareti koymuştur. 79
Tarih kültürü, Atatürk’ün toplumsal olayları değerlendirmesinde ve dünya görüşünde önemli bir yer tutmuştur. Onun tarih bilgisi, olayları tarihsel gelişimi içerisinde görecek ve değerlendirebilecek bir tarih kültürüne dönüştüğü gibi, Türk tarihini gerçek boyutları ve içeriği ilke ortaya çıkarmayı amaç edinen tarih çalışmalarına yol açmıştır.80
Prof. Sadi Irmak, Atatürk’ün geçmişi (tarihi) iyi bildiği için, “bir kehanete lüzum kalmaksızın” geleceğin gelişmelerini kestirebildiğini söylemiş ve Onun bu yeteneğini “tarihin sesini almak” diye tanımlamıştır. Atatürk, 1930 yılı Ocak ayında bir gün Prof. Afet İnan’a şunları yazdırtmıştır:
“Tabiatta, bilirsiniz ki hiçbir şey yok olmaz. Ne bir ses, ne bir söz, ne bir hareket… Olduğu çağ ne kadar eski veya yeni olursa olsun, bütün bu oluşlar oldukları anda gibi tabiat içindedir. Bu dalgalanmada, zaman ve mesafe mefhumu yoktur. Bugün dünyanın dört bir köşesinde söylenen sözü veya akis yapan hareketleri, yine dünyanın herhangi bir köşesinde aynı anda işitmek, dinlemek, zapt etmek mümkün olduğunu görüyoruz.”
“Yarın bizi saran tabiat unsurları içinde, binlerce ve binlerce sene evvel söylenmiş sözleri, olduğu gibi toplayıp tespit etmek imkânına elbette varılacaktır. Tabiatın bugün için esrar dolu sinesine gireceği muhakkak görülen insan zekâsı, beklenilen hakikatleri ortaya koyacaktır.”
Atatürk’ün devletin iç örgütünü, uluslararası ilişkilerde güç siyasetinin dayanağı olarak kabul etmesi son derece anlamlıdır:
“Efendiler, dış siyasetin en çok ilgili bulunduğu ve dayandığı temel, devletin iç örgütüdür. Dış siyaset, iç örgütle uyumlu olmak zorundadır. Batıda ve Doğuda, yaratılışı, kültürü ve ülküsü başka başka olan ve birbirleriyle bağdaşamayan toplulukları tek sınır içine almış bir devletin iç örgütü, elbette temelsiz ve çürük olur. Bu durumda dış siyaseti de köklü ve sağlam olamaz. Böyle bir devletin, iç örgütü özellikle millî olmaktan uzak olduğu gibi, siyasî yöntemi de millî olamaz. Buna göre Osmanlı Devleti’nin siyaseti millî değil; ancak, kişisel, bulanık ve kararsız idi.”
Ulus inşa eden bir lider olarak Atatürk’ün vazgeçilemez bir özelliği vardır: ekonomide öncülük.
Lider, 1923 yılında İzmir İktisat Kongresi’nin açılışında ekonomi alanında seferberlik ilan etmiştir:
“Fatihler Türk Ulusunu peşlerine takarak kılıçla ülkeler alırken, kılıç sallayıp dururken ele geçen ülkelerin halkı kazandıklarını bağışlar ve ayrıcalıklarla sapana yapışıp toprak üzerinde çalışıyorlardı. Kılıçla toprak alanlar sapanla toprak işleyenlere yenilmek ve sonunda yerlerini onlara bırakmak zorundadırlar.
Osmanlıların başına gelen de budur işte! Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Romenler sapanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, güçlenmişler, bizim ulusumuz da böyle fetihlerin arkasında sergerdelik etmiş ve kendi yenik ve bitik düşmüştür. Bu bir gerçektir ki, tarihin her döneminde ve dünyanın her yerinde böyle olagelmiştir. Nitekim Fransızlar, Kanada’da kılıç sallarken oraya İngiliz çiftçisi- yerleşivermiştir. Bu uygar sapanla dövüşçü kılıç savaşmasında en son kazanan sapan olmuştur. Sapan, Kanada’yı kılıcın elinden almıştır. Kılıç, kullanan kol yorulur, er geç kılıcı kınına koyar ve kılıç da kınında paslanır gider, ama sapan kullanan kol gün geçtikçe daha da güçlenir, güçlendikçe de daha çok toprağı alır ve işler.”86
Atatürk, makroekonomik siyasette serbest piyasanın ve serbest ticaretin 1929 Krizi’nin etkisiyle yarışamayacağı anlaşıldığında, büyük çaplı bir devlet müdahalesine karar vermiştir. Fakat ömrünün son beş yılında koşullar rahatladığında serbest girişim için fırsatları
Genişletmiştir.1935 yılında İzmir Fuarı açılışına gönderdiği demeç tam olarak ne yaptığını ortaya koymaktadır:
“Türkiye’nin tatbik ettiği Devletçilik sistemi, 19. Asırdan beri Sosyalizm nazariyecilerinin ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu, Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye has bir sistemdir.”
“Devletçiliğin bizce manâsı şudur:”
“ ‘Fertlerin hususî teşebbüslerini ve şahsî faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin bütün ihtiyaçlarını ve birçok işlerin yapılmadığını göz önünde bulundurarak memleket iktisadiyatını devletin eline almak. Türkiye Cumhuriyeti devleti, Türkiye vatanında asırlardan beri ferdî ve hususî teşebbüsle yapılmamış olan şeyleri bir an evvel yapmak istedi ve kısa bir zamanda yapmaya muvaffak oldu. Bizim takip ettiğimiz bu yol, görüldüğü gibi, liberalizmden de başka bir sistemdir.”
Falih Rıfkı Atay da benzer görüştedir:
“Bizim devletçiliğimiz bir sol teoriden değil, Osmanlıca deyimi ile ‘zaruret-i eşya’dan doğmuştur. Gerçi partide ve Atatürk’ün çevresinde liberal de, yarı sosyalist de, komünist de vardı. Her biri Atatürk’ü kendi eğilimi içine almak istemiştir. Ama hürriyetçi Atatürk devletçiliğin ister istemez yaratacağı Rus tipi bir diktatorya’yı asla aklına getirmemişti. O hiçbir zaman bir Nasır’a bir Bumedyen’e küçülecek karakterde değildi. O insan değercisi idi. Kamu yararcılığı ile özel sektör gelişmelerini uzlaştırıcı karma ekonomi Onun tuttuğu ekonomi sistemi olmuştur. Özel sektörü daima korumuştur. Devletçilik, modern sanayinin nasıl çalıştığını bilen teknik işgücünü yetiştirmiştir. Atatürk, 1937 yılında; “Millî ekonominin temeli ziraattır. Bunun içindir ki, ziraatta kalkınmaya büyük önem vermekteyiz. Köylere kadar yayılacak programlı ve pratik çalışmalar, bu maksada erişmeyi kolaylaştıracaktır,” diye çalışma yapılacak temel alanı işaret etmiştir. Demiryolu seferberliği, yurdun demir ağlarla örüleceği şeklinde ifade edilen stratejik tercih, gerçekte Birinci Dünya Savaşı’ndaki hak edilmemiş sefalete, açlığa, ölüme duyulan tepkidir. Sayın Komutanım, Seçkin Konuklar, Değerli Arkadaşlarım, Atatürk’ün liderlik sırları arasında belki en ilginci, (Türkiye’de ordunun özel konumuna işaret etmesi bakımından da hiç kuşkusuz ayrıca önemlidir) ordunun toplum kalkınmasındaki özel rolüdür.1928 Kasım ayında başlatılan alfabe değişikliğinin kendi başına pek çok güçlükleri beraberinde getirdiği bir gerçektir. Atatürk zorlukları göze almıştır. Bütün ülke baştanbaşa büyük bir dershaneye dönüştürülmüştür. Lider, şehir şehir dolaşmaktadır, okullarda, kahvelerde, meydanlarda kara tahtanın başında yurttaşlara yeni alfabeyi öğretmektedir. Millet Mektepleri projesi başlatılmıştır. Askerî birlikler başta olmak üzere, bütün resmî kurumlarda, yetişkinler için yeni alfabeyi öğreten kurslar açılmıştır.97
Askerî birliklerdeki kurslarda ülkenin vatan hizmetine alınan genç erkek nüfusuna yeni alfabenin yanında yurttaşlık bilgisi eğitimi de verilmektedir. 1926–1937 yıllarında terhis edilen askerlerin içinde bu kurslardan mezun olanların oranı yüzde 20’lerden yüzde 70’lere doğru inanılmaz bir hızla yükselmiştir.1936 yılında Atatürk’ün, Kültür Bakanı Saffet Arıkan’a verdiği bir öğüt, Ordunun sivil halkın eğitimi konusunda yapabileceği katkılardan yalnızca bir tanesinin yolunu açmıştır.
“Ordudan terhis edilmiş onbaşı ve çavuşlardan eğitim-öğretim alanında yararlanılması mümkündür,” diyen Atatürk’ün önerisi üzerine yetkililer, üç yıllık köy okullarına öğretmen yetiştirmek amacıyla projeyi derhal yürürlüğe koymuşlardır. Bu çerçevede askerliğini onbaşı veya çavuş olarak tamamlayan Türk gençleri, sekiz ay süren ve iş eğitimine esas alan bir kurstan sonra üç yıllık köy okullarına “eğitmen” olarak atanmışlardır.
LAİK, CUMHURİYETÇİ VE KATILIMCI YÖNETİMİ ARAMAK
1931-1943 arasında aralıksız 12 yıl boyunca Harp Akademileri Komutanlığı görevinde bulunan Orgeneral Ali Fuat Erden’in değerlendirmesine göre; Atatürk’ün önünde dört tarihî görev bulunmaktadır.
Liderin önündeki bu dört tarihî görev sırasıyla şunlardır:
Yenilmiş, silâhları alınmış bir orduyu zafere ulaştırmak; Son yüzy1llarda hep alçalan ve can çekişen bir devletten millî sınırlar içinde tam bağımsız bir vatan kurmak; Bu vatanı, yabancı istilasından kurtardıktan sonra hasta adam”ın yerine tümüyle yeni anlayışa göre, canlı ve yaşama kabiliyetini haiz bir “millî devlet”e ikame etmek; Ortaçağ âdetlerini kaldırarak modern bir cemiyet binası kurmak; Lider, daha 27 Ekim 1922 günü Bursa’da Setbaşı’nda İstanbul öğretmenlerine yakın gelecekle ilgili düşüncesini şöyle açıklamıştır:
“Hiçbir mantıki delile dayanmayan birtakım ananelerin, akidelerin muhafazasında ısrar eden milletlerin ilerlemesi çok güç, çok geç olur; belki de hiç olmaz. İlerlemede kayıt ve şartları aşamayan milletler hayatı makul ve pratik düşünemez. Hayat felsefesini geniş gören milletlerin hâkimiyeti ve esareti altına girmeye mahkûmdur.”
Lider, 30 Ağustos 1924 günü büyük askerî zaferin ikinci yıldönümünde şöyle konuşmuştur:
“Ulusal egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, mahvolur. Ulusların tutsaklığı üzerine kurulmuş kurumlar her yanda yıkılmaya mahkûmdurlar.”102
22 Kasım 1922 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin hükümsüz kıldığı 600 yıl süren hanedanlık idaresinin yerini, 29 Ekim 1923 günü ilan edilen ve ulus egemenliğine dayalı anayasal cumhuriyetin kurumları almıştır. Onun silah arkadaşı İsmet İnönü’nün sözleriyle,
“Aslında Cumhuriyet’in ilânı, dönüş yollarını esasından kapamıştır.”103
Cumhuriyetçilik, “bir özgürlük ve yönetim teorisi”dir. Lider, bir “özgürlük ve yönetim teorisi” olarak cumhuriyetçiliğin çok kısa sürede uygulanmasını planlamış, yönetmiş ve kurumlaştırmıştır.
Atatürk, Türkiye’nin modern tarihinde, orduyu siyaset alanından uzaklaştıran ilk liderdir.
Liderin sınıf arkadaşı Orgeneral Ali Fuat Cebesoy’un aktardığına göre; 1908 İhtilâli’nden sonra Ordu kurum olarak siyasetin içinde yer aldığından subaylar arasında bölünme başlamıştır. İttihatçı liderler, Ordunun gücüne dayandıkları için subayların siyasi faaliyetlerini özellikle desteklemişlerdir. Atatürk, askerlerin orduya dönmelerini ve siyaset kurumuyla ilişkilerini tümüyle kesmelerini savunarak şöyle söylemiştir:
“Ordu muhakkak ve derhal siyasetten çekilmelidir. Aksi takdirde bir kudret olma vasfını kaybedecektir. Bu ise memleket için bir felâket olacaktır.”
Tek Adam adlı anıt eserin yazarı, Şevket Süreyya Aydemir’e göre; Atatürk, sivil idareye inanmış bir askerdir. “Ordu’nun siyasete karışmasını, Ordunun haysiyet ve vakarına aykırı” kabul etmiştir.106
Yabancı yorumcu Lord Kinross’un sözleriyle; “Kemal Atatürk, yeni bir Türkiye yaratmıştı (r)
Lider, 25 Ekim 1919 günü Tasvir-i Efkâr gazetesinden Ruşen Eşref (Ünaydın) ile mülâkatında muhalefet hakkında görüşünü açıklamıştır:
“(...) Bence muhalefet hürmete değerdir. Çünkü o da bir çalışmanın ürünüdür. Fakat edilecek itirazlar makul ve mutedil ve meşru sebeplere dayanmazsa değersiz olur.”
Atatürk, 11 Aralık 1924 tarihli Times gazetesine siyasî partilerle ilgili görüşünü şöyle açıklamıştır:
“Millî hâkimiyet esasına dayanan ve bilhassa cumhuriyet idaresine sahip bulunan memleketlerde siyasî partilerin varlığı tabiidir. Türkiye Cumhuriyeti’nde de, birbirine rakip partiler meydana geleceğine şüphem yoktur.(...)Atatürk, Prof. Bülent Dâver’in işaret ettiği üzere; “Bazı liderlerin yaptığı gibi, demokrasiyi hiçbir zaman reddetmemiş, bilakis gençliğinin ülkücü, hürriyetçi fikirlerine daima ve sadık ve âşık kalmıştır. Yaptığı denemeler, çok partili hayata geçiş tecrübeleri bunu ispatlamaktadır.”
Atatürk meşruiyetçidir. Her şeyin yasalardan yana yürütülmesini ister. Meşruiyet sınırlarını zorlamaz. Engelleri kendine has ve üstün liderliğinin verdiği yetenekle ustaca aşar. İmkân ile imkânsızlığın sınırlarını son derece dikkatle, doğru ve kesin olarak çizer.”115
Atatürk, cumhurbaşkanlığı görevine ömür boyu seçilmesi yolundaki bir öneriyi reddetmiş; her yeni yasama döneminde cumhurbaşkanı seçimi yenilenmiştir. En fazla merak edilen ve tartışılan soru şudur: Atatürk, siyasal bilimler anlamında bir diktatör müdür, yoksa bir (hürriyetçi) özgürlükçü müdür?
“Diktatör sözünden tiksindiğini hep bilirdik. Devrinin diktatörleri, Mussolini ve Hitler, demokrasiye karşı idiler. Doktrinleri bu idi. Atatürk karakterce demokrat ve inanç bakımından hürriyet rejimcisi idi.”
“Ömrü hürriyet şartlarını hazırlamakla geçti. Yine Falih Rıfkı Atay bir başka anısını şöyle anlatmıştır:
“Bir Avrupa yolculuğundan dönen Recep Peker, Atatürk’e, tam bir faşist partisi tüzüğü taslağı vermişti. Atatürk: ‘Peker bunu İnönü’ye okutmadan vermiş olmalı. Beylerin millete diktatörlük edecekler. Kimin adına ve ne hakla?’ diye öfkelenerek bir yana attı.”117
Siyasî bir önder olarak anayasal demokratik yönetimi yerleştiren Atatürk, muhalefet partilerinin ülkenin modernleştirilmesine karşı güçlerin odağı haline dönüştüklerinin anlaşılması üzerine planlarını ertelemek zorunda kalmıştır.118
1923–1938 arasında devrim hamlelerinin lideri Atatürk’ün tutumu otoriter bir tek parti diktatörlüğü olarak nitelenmektedir. Bazı gözlemciler Onu, iki dünya savaşı arasında boy gösteren diktatörlerle birlikte anmak yanılgısına düşmüşlerdir. Atatürk, Hitler ve Mussolini’nin aksine, ulusunu demokrasiye taşıyan dönüşümü hazırlamıştır.
Prof. Hikmet Bayur’un aktardığına göre;
“Atatürk, yalnız bir konuda genel serbest tartışmaya izin vermemiştir. O da dinin riyakârane sömürülmesi konusudur. Bir tedbirin yurt ve ulusun yarar veya zararına olduğu tartışılırken herhangi bir kimse veya parti bunu, bilim, siyasa, hukuk vesaire bakımından inceleyeceğine o yönleri bırakıp halka açıkça ve el altından ‘bu yapılırsa cehennemde cayır cayır yanarsın,’ cinsinden telkinlerde bulunursa, bu gibileriyle akıl ve mantık yolundan giderek hak kazanmak doğal olarak kabil olamazdı. (...)”
“Atatürk’ün diktatörlüğü ancak ve ancak bu yönde kendini göstermiş ve tek parti usulü, fiilî bakımdan, ancak ve ancak bu yüzden kurulup yaşamıştır.” Atatürk’ün laiklik anlayışı kendi sözleriyle şöyledir:
“Türkiye Cumhuriyeti’nde herkes Allah’a istediği gibi ibadet eder. Hiç kimseye dinî fikirlerinden dolayı bir şey yapılamaz. Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî dini yoktur. Türkiye’de kimsenin fikirlerini zorla başkalarına kabul ettirme hakkı yoktur. Artık samimi inananlar din özgürlüğünün gereklerini öğrenmişlerdir. Buna rağmen din özgürlüğüne karşı, taassubun kökü kurumuş mudur? Dinî tolerans o kimsede vardır ki, vatandaşının veya herhangi bir kimsenin vicdanî inanışına karşı kin duymaz. Ona saygı duyar. Bunu yapamasa bile kendisininkine uymayan inanışları bilmezlikten gelebilir. Tolerans budur. Ama söylemeliyim ki, bunu anlayanlar bütün dünyada azdır.
Herkesin bizim gibi düşündüğüne inanmak zordur. Bugün görünen tolerans değil, dermanı zayıflamış olan taassuptur. Herhalde toleransın arzu ettiğimiz seviyeye gelmesi fikrî terbiyenin yüksek olmasına bağlanır. Orgeneral Kazım Özalp’in tanıklığı şöyledir:
“[Atatürk] Medenî Kanun çıkarılması için yapılan çalışmalar süresinde, ‘Artık Türkiye din ve şeriat oyunlarına sahne olmaktan çok yüksektedir. Bu gibi oyuncular varsa, kendilerine başka tarafta sahne arasınlar. Birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyitlerin, çelebilerin, babaların, dervişlerin arkasından sürüklenen ve falcılara, büyücülere, üfürükçülere, muskacılara talih ve hayatlarını emniyet eden insanlardan meydana gelmiş bir kütleye, medenî bir millet gözüyle bakılabilir mi? Milletimizin gerçek özelliğini yanlış anlamda gösterebilen ve yüzyıllarca göstermiş olan bu gibi kuruluşlar, yeni Türkiye Devleti’nde, Türkiye Cumhuriyeti’nde varlıklarını sürdürebilirler mi? Her sarıklıyı hoca sanmayınız, hoca olmak sarıkla değil, beyinledir. Efendiler ve Türk Milleti, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar ülkesi olamaz. En doğru ve gerçek tarikat, medeniyet yoludur. Medeniyetin emrettiğini yapmak, insan olmak için yeterlidir,’ gibi sözlerle görüşlerini açıklamış[tır].”
Liderin özel bir önem verdiği bir konuya geldik:
GERÇEKÇİ VE BİLGİYE DAYALI MİLLİYETÇİLİK (=MİLLÎ SİYASET)
Prof. Cavit Orhan Tütengil’e göre, “Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı ‘kültür milliyetçiliği’ olarak nitelendirilebilir. Başlıca özellikleri, ‘mistik’ değil ‘realist’, ‘romantik’ değil ‘rasyonalist’ oluşu ve ‘irredentisme’e yer vermeyişidir. Öte yandan, Atatürk öğretisinin temel taşı olan laiklikle bütünleşme halinde bulunduğu için de, yaygın milliyetçilik anlayışına aykırı olarak ‘din’ faktörü, Atatürk milliyetçiliğinin dışında bırakılmıştır. Ayrıca ‘ırk’ faktörü de bu milliyetçilik anlayışının dışında kalmıştır.”124
Literatürde milliyetçi ideolojileri şekillendirenlerin genellikle sınır bölgelerinden geldikleri ya da yetişme yıllarını yurt dışında geçirdikleri saptanmıştır. Bu “Fremdheitserlebniss” (yabancılar arasındaki yaşantı) sebebiyle ulusal kimlik meselesi, olağan bir sorun olarak ele alınmamakta, aksine bilinçli bazen de çetin çabalar sonunda varılması gereken bir tercih olarak görünmektedir.
Avrupa’da bu alanda pek çok örnek gösterilebilir. Atatürk ve Makedonya asıllı Türk akranları olduğu kadar Çarlık Rusya’sından gelen Türk milliyetçileri bu örneğe uymaktadır.
Lider, bu ulus devleti “millî siyaset” üzerine gerçekleştirmiştir:
“Farklı milletleri, ortak ve genel bir unvan altında birleştirmek ve bu farklı ulus topluluklarını aynı hukuk ve koşullar altında bulundurarak güçlü bir devlet oluşturmak, parlak ve çekici bir siyasi görüştür. Fakat aldatıcıdır. Hatta hiçbir sınır tanımayarak, dünyada mevcut bütün Türkleri dahi bir devlet hâlinde birleştirmek, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hedeftir. Bu, yüzyılların ve yüzyıllarca yaşamakta olan insanların çok acı, çok kanlı olaylar ile ortaya koyduğu bir gerçektir.”
“İslâmcılık.. Turancılık siyasetinin başarı kazandığına ve dünyayı uygulama alanı yapabildiğine tarihte rastlanmamaktadır. Irk ayrımı gözetmeksizin, bütün insanlığı kapsayan tek bir dünya devleti kurma hırslarının sonuçları da tarihte yazılıdır. İstilâcı olmak hevesleri konumuzun dışındadır.(...)”
“Bizim açık ve uygulanabilirlik gördüğümüz siyasî yöntem, ‘millî siyaset’tir. Dünyanın bugünkü genel koşulları ve yüzyılların kafalarda ve karakterlerde yerleştirdiği gerçekler karşısında hayalperest olmak kadar büyük yanılgı olamaz. Tarihin dediği budur; bilimin, aklın, mantığın dediği böyledir.”
“Ulusumuzun, güçlü, mutlu ve sağlam bir düzen içinde yaşayabilmesi için, devletin bütünüyle millî bir siyaset gütmesi ve siyasetin iç örgütlerimize tam uyumlu ve dayalı olması gereklidir. Millî siyaset demekle anlatmak istediğim şudur: Millî sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi gücümüze dayanarak varlığımızı koruyup ulusun ve ülkenin gerçek mutluluğuna ve bayındırlığına çalışmak; gelişigüzel, ulaşılmayacak istekler peşinde ulusu uğraştırmamak ve zarara sokmamak; uygarlık dünyasının uygarca ve insanca davranışını ve karşılıklı dostluğunu beklemektir.”
Prof. Zeki Hafızoğulları’na göre ulus, bir yerde yerleşik bir halkın bir siyasal kimlik kazanmasıdır. “Türkiye ahalisi”, Anadolu topraklarında, kendi bağımsız iradesiyle bir kurtuluş savaşı vererek, siyasal bir kimlik kazanmıştır. Bu kimlik Türk Ulusudur.127
Burada “ulus” sözünün başında yer verilen “Türk” sözü Osmanlı sözünün devamı olarak anlaşılmalıdır. Herkes Osmanlı, herkes Türk’tür. Yani, bu topraklarda yaşadığınız ve ihanet etmediğiniz sürece sizi Türk Ulusu’ndan kabul ediyoruz demektir. “Ne mutlu Türküm diyene!” sözü bu açıdan son derece anlamlıdır.
Lider, Onuncu Yıl Nutku’nda bu tarihî gerçeği bir kez daha vurgulamıştır:
“Türk milleti!”
“Kurtuluş Savaşı’na başladığımızın on beşinci yılındayız. Bugün Cumhuriyetimizin onuncu yılını doldurduğu en büyük bayramdır. Kutlu olsun!” “Bu anda Türk milletinin bir ferdi olarak bu kutluluğa kavuşmanın en derin sevinci ve heyecanı içindeyim.”
“Yurttaşlarım!”
“Az zamanda çok büyük işler yaptık: Bu işlerin en büyüğü, temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir.”
“Bundaki muvaffakiyeti Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak azimkârane beraber yürümesine Prof. Afet İnan’ın Medenî Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları adlı eserindeki “Ordu Mekteptir” başlıklı kısım da aynı doğrultudadır:
“Ordu Mekteptir”
“Milleti okutmak ve terbiye etmek için Maarif Vekâletimiz uhdesine terettüp eden vazifeyi büyük gayret, dikkat ve çalışkanlıkla ifa etmektedir. Memleketin her tarafında nur ocakları, memleket evladının dimağlarını aydınlatmağa çalışmaktadır. Bütün bu ocakların yanında asker ocağı da aynı vazifeyi görmektedir. Asker ocağı, teşkilatıyla, millet ve hükümetin itimadını haiz, ilim ve ahlakça yüksek, fedakârlık fikirleri ve hassaları ile mümtaz, vazife aşkıyla bağlı zabit heyetlerinden teşekkül eden talim heyetleriyle, milletin yetişmiş gençlerini yalnız askerlik noktai nazarından değil irfan noktai nazarından da tedris ve talim eden bir mektep, bir terbiye ocağıdır. Bu ocakta vatandaşlar müsavatı öğrenirler; cesaret ve teşebbüs fikirlerini inkişaf ettirirler. Bu ocakta bütün vatandaşlar hep aynı toprağın evladı olduklarını en iyi duyarlar. Bütün vatandaşların millet ve memlekete nâfi ve hâdim olmak lüzumu orada daha iyi anlaşılır.