İnsanoğlu ana babasını kendisi seçmiyor, ama onların bir çok mirasını devralıyor. Doğup büyüdüğü kültürel ve coğrafi ortamın eseri olan insan, milletlerine yön veren kahramanlarıyla, buluşlarıyla, tarihe iz bırakıyor veya silinip gidiyor. Kimi toplumlar sanatıyla, bilim ve teknolojideki başarılarıyla; kimisi ticarî zekalarıyla, kimileri de savaşçı tabiatlarıyla bilinirler. Zaman denilen nehirde birçoğu kaybolmuş, bugün sadece tarih kitaplarında yer almaktadırlar. Tarihin labaratuarında ise milletlerin dünyadaki gücü, hep inişli çıkışlı bir yol izlemiş, bazıları güçlenirken bazıları unutamayacakları trajediler yaşamıştır.
Dünyamızdaki son üç yüz yıl, acımasızca süren güçler dengesinin hep değiştiği, ancak mazlumlarının makus talihinin hiç değişmediği asırlar olarak geçti tarihe. Modernizmi, "teknolojinin, insanların sahip olduğu maddî ve manevi bütün değerlerini makineyle ezme" olarak hayata sokan Batı, kendisi gibi olmayan, kendisi gibi inanmayan, kendisi gibi konuşmayan, kendisi gibi düşünmeyen bütün insanlığa elindeki güç sayesinde savaş açtı, sömürdü, gücü yettiğini ortadan kaldırdı, güç yetiremediğini ise itibarsızlaştırarak yok farz etti.
Milletimiz, coğrafyası gereği bin yıldır iç içe olduğu Batı medeniyeti için önce düşmanlıkla birlikte hayranlık duyduğu, sonra uzun ve hain plânlarıyla tarihten silmeye çalıştıkları şanlı bir medeniyetin temsilcisi olmuştur.Ancak, entelektüelimiz son iki yüz yılını bilimde, sanatta, teknolojide dünya ile yarışmak yerine, gücünün çoğunu Batı ile kaynaşmaya, onu anlamaya harcamış, özellikle Tanzimat’tan sonra, geçmişine ve kendi değerlerine sünger çekerek, geleceğini Batı medeniyetine dahil olmakta görmüştür. Bu konuda halkın fikri sorulmamış, karar vericiler, halka inandıklarının doğruluğunu inandırmaktan,insanları geçmişlerine yabancılaştırmaktan ve kendileri gibi düşünmeyenlere hiç bir dayatmadan çekinmemişlerdir.
Oysa ki bu bir safça ütopyadan başka bir şey değildi. Çünkü içine girmek istedikleri Batı, ta Haçlı Savaşlarından beri İslam Dünyasına yeni haritalar çizen, varlığını sömürme üzerine kurmuş milletler topluluğuydu. Ne keşifler, ne sanayi devrimi, ne aydınlanma çağı onu bu karakterinden vazgeçirememiş, sadece azdırmıştır. Bu medeniyet, "Yüz Yıl Savaşları"nda (1337-1453) kendi nüfusunun (Avrupa’nın )yüzde kırkını öldürmekten çekinmeyen insanların medeniyetiydi. Bu medeniyet, ellerine geçirdikleri güçle, koca Amerika ve Avustralya kıtalarının insanlarını tarihten silip, başka kıtalardan getirdikleri insanlarla dolduranlardı. Ve de ele geçirdikleri her yerin insanına "Benim gibi inanacaksın; benim dilimi konuşacaksın" diyerek insanları dinlerinden ve inançlarından zorla ayıranlardı. Ayrıca yalancı ve iki yüzlü politikaları vardı. Sadece Mehmet Akif’in 1. Dünya Savaşında gittiği, müttefikimiz(!) Avusturya’nın başkenti Viyana’da yaşadığı hayret verici olay bunu anlamaya yeter. Akif, çalan kilise çanlarıının sebebini insanlara sorar. İnsanlar "Kudüs’ü İngilizler aldı" der. "İyi ama Türkler sizin müttefikiniz değil mi?" diyen Akif’e "Olsun, nihayet mukaddes şehrimizi bir Hıristiyan ülke kurtardı" diye cevap verir Avusturyalı biri.
Bugün Avrupalı ülkelerin birbiri ardına yaptıkları insanlığa, diplomasiye, akla, vicdana uymayan peşi peşine bir sürü dengesiz saldırı tesadüfi değildir. Onlar zaten buydu, fakat "romantizm" yüzünden biz göremiyorduk. Şimdi onları daha iyi görebildiğimize göre, Batı ile aramızdaki birçok duygusal masal yerine, ayağımızı yere değdirdiğimiz realist ve soğukkanlı politikalara ihtiyacımız vardır. Unutmayalım ki, akrebe" Niçin soktun?", yılana "Niçin ısırdın?" diye kızmak çok tuhaf bir şeydir. Çünkü tabiatları böyle, ne yapsınlar. Biz bu yılanlı, akrepli, sırtlanlı, ayılı ormanda kendi şanlı geçmişimize yaraşan tarihi yeniden yapmak zorundayız. Bu sefer, tarihi yapmanın yanında tarihi de yazmak şart oldu...