Gölde bahar mevsiminin serinliğinde iri yeşil yaprakları ile suların üzerinde salınan mor beyazlı çiçek nilüferdir. Nilüfer çiçeği, narin, güzeller güzeli, suların şıpırtısında nazlıca salınan bir gelinlik kız gibidir. Kocaman bir yaprak ve köşesinde bembeyaz çiçeği ile yakaya takılmış değerli bir broş gibi onlarca nilüfercikler… Şu küçük yapraklılara Nilgün çiçeği derler.
**
Bir Nilüfer vardı. Kırık hayatlardan bir öykü aslında Nilüfer’ün yaşamı. İki çocuğu ile babadan kalan bir maaş ile geçinmeye çalışıyordu. Saçlarını şöyle bir savurup anlattıkça anlatıyor, açılıyordu adeta. Körfezden demir almış da engin denizlere açılan gemi gibi, coşkun duygularla anlatmakta ardından da dertlerini bir güzelliğe bağlayıp teselli bulmaktaydı. “Zaten benim adımı Nilüfer koymuşlar. Ben kendime suçiçeği diyorum. Suda batmamak için çabalayanlardanım. Baba maaşı üç-beş bize yeter de hani. İşin temeli kanaat etmek ve de şükretmek değil mi?”
**
Çocuklarının babası alkolden kurtulamadı, onları çoktan terk etmişti. Bir gün tesadüfen karşılaşıverdi, sarhoş adama acı ile baktı. Nilüferciğin yüzüne yayılan sıkıntılar, yüzünde kırışıklar ile orantılı olmakta. Adam sallanarak yürüdü geçti. Bir şey diyecek yüzü yoktu bir ara sadece dudakları kımıldadı. Hayatlarını elinden alan adamın ardından acıyarak baka kaldı. Derin bir iç geçirdi. Çok geçmeden kocasının hiç uyanmamacasına uyuduğunu söylediler. Sadece cenazenin olduğu Basmane’deki Hatun camiinin yanındaki küçük parktan şöyle bir baktı ve içinde geçmişin acıları ile birlikte yüzüne yayılan kırışıklıklar ile seyretti cenaze alayını. Ayakları gitmiyordu, olduğu yere oturdu, kaldı.
**
Yıllar sonrasında büyüğü, hani kız olanı, Nilgün kız, lisedeydi. Oğlu üniversite basamaklarındaydı artık. Çalışması gerekti. Akşamüzeri içi sıkıntılara boğuldu. Bu sıkıntılar hayra alamet değildi. Bir boran, tufan patlayacak her yeri karanlıklara boğacak diye düşündü bir an. Ama iyi düşüneyim de iyi olsun diyerek iç geçirdi. Eve döndüğünde açık olan televizyondan kızının adını duyar gibi oldu. Mutfaktan koşarak çıktı, elini kuruladığı bez ile koltuğa yığıldı… Otobüs kazasında yok olan fidanlardan birisi onun kızı idi. Sesi çıkmadı, haykırmak istedi ama olmadı. Ağzı kilitlenmişti adeta. Yere yığılıverdi. Oğlunun kollarında kendine gelir gibi oldu. Çalıştığı iş yerindekiler, komşular toplanmışlardı. Ama her nasıl geldi ise kızının cenazesi geldi. Hem de onlarca uzakta olan şehirden. Beyaz gelinliğini giyemeyen kızının cenazesinde ağlamadı, ağlaması gerektiğini hatırladı ama ağlamasını unuttuğunu düşündü bir an.
**
Bir zaman geçti. Oğul askerliğe başladı, nişanlanmıştı. Nilüfer, gelin adayını ölen kızının yerine koydu. Kızcağızın gülümseyen yüzü oğlunu mutlu ettiği gibi kendisine de yaşam sevinci veriyordu. İçindeki yangın yeri küllenmiş, küller savrulmaya başlamıştı artık. Kızını hatırlasa hemen oğlunun nişanlısına seslenir, kızı seyrettikçe bir yerlerden ölen kızının savrulan saçlarının esintisini, gülümsemesinin sıcaklığını odaya yayılırcasına hissedip kaptırıyordu kendini. Bazen rüyada olduğunu düşünüyordu. Ara ara kendisini çimdiklediği de oluyordu. Ben böyle mutlu iken oğul ne kadar mutludur diyerek düşünüyordu.
**
Bir akşamüzeri kapıda gürültüler duydu. Ayak sesleri arttı. Kapının zili çaldı. Ah! O akşam karanlığından yılar yılı ürkerdi hep. Son bir gayretle ayağa kalktı, eli kapıya uzandı. Kapıda “iyi akşamlar” sesi ile birlikte bir kalabalık gördü. Beyaz önlüğünün kolunu geçirmeye çalışan bir adama yol açıyorlardı. Birileri bir şeyler söylediler. Anımsadığı kadarı ile oğlunun adını ve de, “şehit, can vermek” dedi.
Son olarak başın sağ olsun dediklerini hatırladı.
Hiçbir şey diyemedi Nilüfer. Kendisine söylenen her söze anlamadan başını salladı. İçeri geçip oturdu. Ertesi sabah evden aldılar kendisini. Tanımadığı insanlar sardı etrafını. Sevecen bir kız koluna girdi. Bir şeyler anlatıyordu, anlatıyordu da anlayacak var mı ki? Ağlamasını daha önceden unuttuğunu hatırladı.
Bir insan seli içinde yürüdü de yürüdü. Önünde bayrağa sarılı tabut oğlu olmalı idi. Birkaç kez eliyle okşadığını, sevdiğini anımsadı. İnsan selinin akışına kaptırmıştı kendini. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadı ve de yorgun vücudunun farkına varmaksızın… Katlanmış bir bayrak ve oğlunun çerçeveli resmi ile birlikte evine bıraktılar.
**
Oğlunun nişanlısı ile beraberce sabaha yakın ağladılar. Gözlerinde yaşlar tükenmişti. Söylenmeye başladı; “Aman ağla da ağla. Anam ağladı yahu!” Diyerek bir kahkaha saldı. Elini şıkır şıkır şıkırdatmaya başladı. Televizyonun sesini açtı. Oğlunun adını duydu. Gülmeye başladı, bağırdı;
—Öldü kardeşim öldü. Bugün yenicecik toprağa gömdük onu. Öldü diyorum öldü. Bir daha mı öldüreceksiniz?
Diyerek televizyona doğru eğilip haber spikerinin ağzını kapatmak için işaret parmağı ile bastırdı. Ama tam o sırada oğlunun resmini görüverdi, kendisine gülümseyen oğlunun burnuna parmağı ile bastırıyordu. Hemen elini çekti.
—Sana değil annem, sana değil. Seni iki gündür öldüremediler de annem bak işte yaşıyorsun… Zaten ben inanmadım, inanmış gibi yapıvermiştim. Haydi, gel annem. Bak nişanlın, gelinliği hazır, haydi gel oğlum!
Oğlu kendisine gülümsemeye başladı, o da gülümsedi, parmaklarını oğlunun yüzünde gezdirmeye başladı. Karşılıklı ana-oğul tekrar gülümsediler. Tam bu esnada oğlunun resmi kayboldu. Gelini korkmaya başladı. Nilüfer arkaya yaslandı, söylendi;
—Güle güle artık annem, yola çıkıyorsun değil mi annem? Nişanlınla birlikte seni otogarda bekleyeceğiz annem haydi çabuk gel…
Hemen gardırobundan yeni elbiselerini çıkardı, koltuğun üzerine koydu. Ayakkabılarını sildi. Genç kızın gözleri şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmıştı. Usulca kız yeniden ağlamaya başladı ve Nilüfer’in elini öptü, sarıldılar, kadının her iki yüzlerinden bir daha öptü.
Nilüfer, “Eee kızım yatalım, sabah garaja gideceğiz ya…”
Otogarda her yaklaşan otobüse koşan bir kadın ortaya çıktı. Gelen her otobüsten inenleri tek tek izledikten sonra “buna da binmemişsin annem” diyerek yaklaşan başka bir otobüse yöneliyordu.
**
Nilüfer, bir suçiçeği gibi zorluklar içinde suyun üzerine tutunan çiçek gibi hayata tutunmaya çalıştı, çabaladı ama olmadı.
Ah Nilüfer Ah!